Ads 468x60px

27 Temmuz 2012 Cuma

Bir Şişkonun Kısa Hikayesi

"Şişkooo patates yarım kilo domateeess"
Beni görünce el çırparak bu tekerlemeyi söylemeye başlıyor. Ben de "Çok ayıp" diyorum bazen, bazen "Sen kendine bak" diyorum.Kulaklarımı ellerimle kapatıyor "Duymuyorum ki" diyorum. Ben böyle yaptıktıkça kahkahalar atıyor, diğerlerine "Şişkoya bakın kulaklarını kapatıyor" diyor.
Diğerlerine de ona katılıyor. Ahmet sen de mi? Bu sessiz sakin Ahmet nasıl oluyor da kalabalıkta bir şeytana dönüşüyor anlamıyorum.
"Şişko gelsene buraya. Şimdi sen kaleye geç. Kaplarsın kaleyi zaten!"
Kalede olmak tamam da, topları çok sert atıyorlar, canım acıyor. "Çok sert atmayın ama"diyorum." Mıız mıız o zaman sen çık oyundan " diyorlar.
Çıkayım o zaman oyundan. Hem zaten nerede görülmüş bir kızın kaleci olduğu?
"Seliiinnn" diye sesleniyorum bahçenin öbür yanındaki kızlara. "Biz senle oynamayacağız" diyorlar. Erkeklerle oynadığım içinmiş. "Ama siz benle oynamadığınız için... diyecek oluyorum, "Herkes rolünü aldı.Biz Winks kızlarıyız.Sen olamazsın!" Selin ne derse o olur. Tıpkı erkek grubundaki Berk gibi.
O çıkardı şu şişko lafını.
Annem de kilolarimla dalga geçiyor, babam da, okul arkadaslarım da...
Selin'in annesi anneme "Diyetisyene götür şu çocuğu dal gibi olur dal" dedi. Annem de "Hiçbirşey olmaz bundan.Boğazını tutmayı bilmiyor ki" dedi.
Hep böyle yapar. Başkalarının yanında beni hep aşağılar. Selin'in annesi " Sen alıştırdın çocuğu.Bak benimki yemek saatini bir dakika kaçırsin, bırak abur cuburu kuru ekmek bile vermem. Geçen oyuna dalmış, yemeği unutmuş, saatlerce ağladı da bir lokma vermedim akşama kadar" dedi.
Selin ne güzel, incecik! Annem de böyle yapsa bana, incecik olur muyum?
Berk'in annesine fırsat bulur bulmaz Berk'i şikayet ediyorum.
"Ah canım...Babası tekme tokat dövüyor, yine de böyle bu çocuk" diyor bana."Akşam babasına söyleyim dövsün" diyor, "Yok yok sakın söylemeyin Güler Teyze.Şaka yapıyor o bana" diyorum.
Off yaz günü ev çok sıcak. Herkes bahçede. Çıkacağım dışarı ama beni görürmez başlayacaklar : "Şişko!Bu kiloları bakkaldan mı aldın?"
"Şişko! Okulda sıraya sığıyor musun sen?Senin yanına oturan yandı!"
Dışarı çıkmaktan vazgeçiyorum. Mutfakta kardeşimin cipslerinden çikolatalarından kesin bulurum. Bana yasak ona değil. Şu dolaptadır, değilse ötekinde...Bir oturuşta üç çikolata, iki paket de cips yedim!
Annem çok kızacak. "Ayı gibi oldun" diyecek. Babamsa "Utanıyorum senden" diyecek. Sonra belki birkaç tokat ama arkasından kesin oda cezası. ..Yatağıma kapanıp ağlıyorum. Kulağımda sesler: "Şişkooo patates yarı kilo domateeess".

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Güçsüzüm Zorbayım!

Dün gece bekar gidip evli ve çocuklu döndüğüm yazlık semtte dolanırken karşıdan gelen bir çocuk bizim babanın ilgisini çekti. Yüzünde şefkatle karışık üzgün bir ifade... Başkasının çocuğunu da seven babalardan bizim baba. "Bak" dedi bana. "Aaa bizim Barış bu!"dedim sevinçle. Yanımızdan geçerken "Barış nasılsın?" dedim. Durdu, yanıma geldi "İyiyim" dedi sessizce. "Bak Barış, bebek!Benim bebeğim!"
Gülümsedi. Bebeğin saçını okşadı hafifçe. Öyle büyük bir şefkatle baktı ki oğluma. Elimi tuttu sonra. Bizim babayı göstererek ve yine sessizce "Ben onu tanımıyorum ama" dedi. Elini uzattı, kendini tanıttı bizim baba. "Benim eşim" dedim. "Aa tamam" dedi.
"İyi akşamlar" dedik birbirimize. Barış çay servisi yaptığı minik kafeye gitti. Bizim baba alt üst...Meğer az önce çocukların Barış'a zorbalık yaptığını görmüş. Barış da küfür etmiş, uzaklaşmış.
Sessizdi Barış o akşam.
Sesi kısılması gereken o değildi oysa.Sesi kısılması gereken kimdi biliyor musunuz? Down sendromlu bir çocuğa şefkat göstermeyi bilmeyen zorba çocukların anne babalarıydı. Çocuklarına farklı olanı sevmeyi ögretemeyen anne babalar...Zorbalık kendini güçsüz hissedenin güç bulabilmek için kendinden daha zayıf gördüğüne yaptıklarıdır.
Yeterli anne babalık: Güçlü hisseden, farklılıkları bağrına basan çocuk yetiştirmektir.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Başkasının Çocuğu Benim De Çocuğum!

Haber izlemiyorum. Nedeni Türkiye'deki pornografik habercilik anlayışı...Yıllar önce "medya ve toplum" konulu bir konferansa katılmıştım. Hollandalı uzman haberciliğin etik ilkelerinden bahsetmiş, 11Eylül'de Amerika'da bazı görüntülerin yayınlanmadığını, bizdeki deprem görüntülerine çok şaşırıp üzüldüğünü söylemişti.
Hatırladığım kadarıyla o dönemde ünlü New York New York şarkısı bile radyolarda çalınmadı. Bir de bizdeki "deprem klipleri" ni düşündüm.
Bence Türkiye'de kendimizi de çocuklarımızı da televizyondan olabildiğince korumalıyız. Neden mi? Çünkü bizde etik habercilik anlayışı yok.Bazı haberciler haberini yaptıkları insanların acılarına, özel yaşamlarına saygı duymadıkları gibi, haberi izleyenin psikolojik durumuna da saygı duymuyorlar. Çiğ bir şekilde aktarılıyor olanlar. Bazı haberler ruha taciz gibi! Rusya'da okulda çocukların rehin alındığı faciayı hatırlarsınız.Saniye saniye bu görüntüler bize aktarıldı.Yıllar sonra hala anne babalar bu olaydan etkilenen çocuklarını terapiye getiriyor, kendileri de ne kadar etkilendiklerini anlatıyorlar.
Bu çocuklar hatta anne babalarının yaşadığı kötü deneyimin adı travma. Evet travma sadece bir olayın başımıza gelmesine verdiğimiz psikolojik tepki değil. Başkasının yaşadığı çaresizlik ve varlığına, kişisel bütünlüğüne tehdit durumuna da verdigimiz bir tepkidir.
Buna sekonder travma denir.
Yaşadığımız dünya ve ülke şartlarında her gün zaten küçük çapta defalarca travmatize ediliyoruz.Bir de haberlerdeki korkunç görüntüler buna eklenince ruh sağlığımızı korumak zorlaşıyor.
Ama dün farkli birsey oldu.
Ben dün İDO'da, mecburi haber seanslarına maruz kaldım. Somali'de açlıktan ölmek üzere olan çocuklardi konu. İcim yandı o görüntüleri görünce. Evet kucuk çapta travmaydi yaşadığım yeni bir anne olarak. Oğlumu emzirirken gözümün önüne açlıktan ağlayan bebekler geldi, annelerinin acılarını çaresizliklerini yüreğimde hissettim. "iyi de oldu" dedim kendi kendime. Hergün yüzlerce kötü haber arasında kaynayıp gidecekti bu haber de, eğer o görüntüler olmasaydı. Dünden beri birsey yapmanın derdine düştüm aç çocuklar için.
Belki o haberin altına "Yardım için şu numarayı arayın" yazılsa o numarayı arar az da olsa icimi rahatlatırdim. O da yoktu. Açlıktan ölen çocuk görüntüleri vardı, o kadar...
İçim rahatlamıyor dünden beri. Birseyler yapmalı diyorum. Bir kendimiz için yapıyorsak bir de dünya için... O zaman dedim ki : Yeterli Anne Babalık : Başkasının Çocuğuna Kendi Çocuğu Gibi Sahip Çıkmaktır.

20 Temmuz 2012 Cuma

Atın Bunu İçeriye!


Bir baba oğlunun hapse atılmasını neden ister?
Emniyete yolum düştü.Hızla işimizi halledip gitmek istiyoruz. Bir elimizde oğlumuz...Bir baba polisleri oyalayan bir diğer babaya “Biraz hızlı olur musunuz? Burada bebek var da...” diyor. Diğer baba ters ters bakıp “Memleket neresi gardaş?” diye işlem yapan polise soruyor. O babanın son model cep telefonu çalıyor. “Parmağı mı kopmuş? Kopsaymış! Belki akıllanırdı” diye birilerine öfke kusuyor. “Gide gele ahbap oldum emniyettekilerle!” diyor konuştuğu polise.
Oğlu “yine” kavga etmiş. Her seferinde bir şey oluyormuş, bu kez de neredeyse parmağı kopuyormuş. Bu dertli baba öyle bir cümle ediyor ki her sözcüğü kafamda çınlıyor ve kalbimi acıtıyor.
“Kaçıncı kavgası bu bizim oğlanın.İçeri atın dedim.İçeri atacak bir şey yok dediler. Bir hafta kalması benim için yeterli aslında.” Şimdi sıkı durun Baba şöyle devam ediyor “Eskiden üç dört gün atın derdim, atarlardı, artık atmıyorlar”
İçim acıdı. Oğluna babalık yapamamış, “devlet baba”nın onu disipline etmesini isteyen bir baba. Bir yanda da minik bebeğinin beş dakika bile sıkıntıya girmesini istemeyen bir baba. Belki bu baba da böyleydi oğlu minikken. Belki de çok sevinmişti bebeği olduğunda? Acaba ne oldu, nerede koptular da oğlu bu hale geldi” diye düşündüm.
Acaba bu baba “Oğlum” diye bağrına basmış mıdır yavrusunu yoksa uykusunda mı sevmiştir? Hata yapınca onu dövmüş ve sorun çözmek için tek yolun şiddet olduğuna mı inandırmıştır oğlunu, yoksa konuşarak mı anlaşmışlardır? Yere düşünce bir tokat da o mu atmıştır yoksa onu teselli mi etmiştir?
Bir baba oğlunun parmağının kopmasını, oğlunun hapse girmesini nasıl bir çaresizlik ve öfke duygusuyla diler? O baba “Dövülen köpekler ve ölü ruhlar”* daki baba modelindense geçmiş olsun. Ne baba iflah olur, ne de oğlu ıslah olur...

Nefret Ederim Kedilerden!


NEFRET EDERİM KEDİLERDEN!
İstanbul'un tarihi bir semtine yolumuz düştü. Harika surlarıyla ünlü bu semtte ara sokaklardaki ünlü köftecide yemek yemek de farz oldu. Yemek yerken yan masada kimin oturduğu, orada ne hayatlar yaşandığı önemlidir. Ya yemekten hepbirlikte zevk alınır ya da yemek herkese zehir olur. Hele ki aynı masada oturmak zorunda kalınan kalabalık mekanlarda...
O gün zar zor bulduğumuz masaya yerleşip hevesle köfteleri beklerken, yanımıza bir aile oturdu. Daha doğrusu oturma süreci oldukça uzun sürdü. Önce yüzümüze bile bakmadan “Başkalarının masasına niye oturalım?” diye bir güzel payladılar garsonu. Sonra “Bu masayı silin” lerden nasibini aldı çalışanlar. Sonra “Buraya güneş geliyor” diye şikayet etti aralarından biri. Diğeri o sırada “Çok sıcak” diyordu, berikisi “Başka yere oturalım” diye tutturdu. Aralarındaki anlaşmazlık tabi ki de onları bağlar. Ancak masada çocuklar olunca, mesele aile olunca, böyle davranışlar yavaş yavaş beni de içine çekmeye başladı.
Beni yine müdahale poziyonuna getiren ancak müdahalemi yine içimde yaşamama neden olan konuise başkaydı. Çocuk ve kedi... On yaşlarındaki çocuğun annesi, yemekleri geldikten sonra küçük bir çığlık attı: “Burada kedi var!” Çocuk hemen ardından “Neee ben çok korkarım kediden!”dedi. Annesi “Ay ben huylanırım”. Çocuk : “Anneee gidelim buradan!”
Baba garsonla yer pazarlığı yaptı ancak beğenmediler. Kedili masada kaldılar.
Kaldılar ama zavallı çocuk yediği yemekten bir şey anlamadı!
Sürekli kedi ayağına değecek mi diye kontrol etti. Bizim ayaklarımıza değecek gibi olduğunda uyarmak için “Şey, kedi!” diyerek korkan gözlerle yüzümüze baktı. Bir ara “Masaya çıkacak.Ya bir şey yaparsa?” diye telaşla bağırmaya başladı. Annesi de sürekli “Ay çocuğum huzursuz oldu” dedi ama aslında kendisi fena halde rahatsızdı.
Çocuklar, iyi rol model olunduğu zaman, olumsuz davranışı değiştirmeye meyillidir. Kediden korkan çocuk bizim kediye köfte vermemiz ve sevmemiz üstüne yüz ifadesini yumuşattı. Besleme davranışı güzeldir, şefkat uyandırır, bağ kurar. Köfte vermek istedi kediye, annesi izin vermedi. Sonra birden “Kedi ekmek içi yer mi?” dedi. Masadaki herkes “Yok canım yemez, niye yesin?” dedi. Çocuk anlamadı. “Niye yemesin ki?” Çocuk, ekmeğin yumuşak kısmını vermek istedi kediye. Onu bebek gibi beslemek istedi. Hep söylerim, “Çocuklar aslında iyidir”.
Bir yandan hoşuma gitti kediyle ilişki kurmaya çalışması bir yandan da şaşırdım on yaşındaki bir çocuğun kedilere bu kadar yabancı olmasına. Yeni yeni yürümeye başladığı zamanı düşündüm çocuğun. “Anne tedii!” diyerek kedinin peşinden koşuyor, annesi “Iyy pis eee” diyerek çocuğu engelliyor. Muhtemel senaryo bu.
O anda aklıma yine kedili bir deneyimim geldi. İstanbul'un yine kalabalık semtlerinden birinde bir kafenin dışındaki koltukta uyuyakalmış bir kedi, günün fotoğrafına konu oluyordu. Gelen geçen onu seviyor, bazıları çocuklarıyla fotoğrafını çekiyordu. Bu manzarayı gülümseyerek izlerken, iki genç kızın suratlarını ekşiterek kedinin yanından geçmekte olduğunu fark ettim. Kızlardan biri “Kediye bak. Nefret ederim kedilerden!” dedi. “Hate is a strong word” diye duyduğum bir cümle parladı kafamda. On dakika sonra yine aynı yerden geçen genç kız bu sefer de “Ay hala burda bu salak şey” diye sıkıntısını ve kızgınlığını belli etti.
Bu kadar kedi ve köpekle bir arada yaşayan insanlar olarak, çocuklara hayvan sevgisi veremememiz ne üzücü. Onlardan korkmak, iğrenmek bir yana bir de onlara öfke duymak!
Fobiler bu yazının konusu değil... Yani aşırı korku, iğrenmeyle karışık reaksiyonlar.Ki fobilerin bile bazen anne-babadan öğrenilerek edinildiğini biliyoruz.
Benim bahsettiğim kısım aslında sevgisizlik kısmı. Masada oturan ailede de, genç kızlarda da gördüğüm, huzursuzluk ve öfke hali. Bir yere sığamama, bir tür memnuniyetsizlik hali..Kendisiyle de, çocuğuyla da, yemeğiyle de, mekanlarla ve hayvanlarla barışık olamama hali...Yani nefret etme, aşırı kızma, iğrenme, aşağılama hali...”But hate is a strong word” -"Nefret güçlü bir sözcüktür"
Bilmem anlatabiliyor muyum?

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Baba, Çocuk ve Köpek

Oturduğum semt otobanda ezilen, başıboş, aç susuz gezen, hasta ve en çok hüzünlü  bakışlı köpekleriyle nam salmıştır. Orman arazisine bırakılan sahipsiz köpekler, ormandan kolayca çıkar; her gün onlarcası, kamyonların altında ezilir. Kamyonlar...Şehrin çerçöpünü burnumuzun dibine yığmaya giden ve asla kural tanımayan kamyonların şöforleri, bazısı her gün "köpek öldüren"...  O yalnız ve hüzünlü köpeklerin bir kısmı alışveriş merkezi camından beğenilmiş "Ay çok tatlııı" diyen sevgiliye veya çocuğa alınmış, hevesleri geçince çöp gibi sokağa atılmış köpeklerdir.Onlar sokağa uyum sağlayamaz ; eğreti durur geçen arabaya havlamaları, diğerlerine dayılanmaları. Diğerleriyse doğma büyüme şehirlidir, sizin sokaktan bizim sokaktan kopup gelmiş, bir avuç  memleketsizdir.. İşte bir gün bu kaldırımsız semtte ezilmeden yürümeye çalışırken bir bağrışma duydum. Bizim küpeli kulaklardan biri telaşla oraya buraya koşarak havlıyor, bir baba bağırıyor, bir çocuk da ağlıyordu.Anlamak icin yaklaştım. Baba eline birkaç tas almış köpeğe atıyor, bir yaşlı kadın bağırarak "Oğlum ne yapıyorsun!" diye engellemeye çalşıyor. Baba ise "Bize saldıracaktı!" diye panikle bağırıyor. O sırada anne ağlayan oğlunu çekiştiriyor. Yanlarından yürüyerek geçiyorum, köpeğe birşey olmuş mu, çocuk iyi mi acaba diye yüreğim ağzımda...Köpek uzaklaşıyor. Baba, anne ve çocuk arkamda yürümeye başlıyor. Çocuk ağlamaya devam ediyor. "Ne korkmuştur şimdi " diyorum içimden. Bir dönsem arkamı, elini tutsam ufaklığın "Geçti tamam" desem."Korkma ben burdayım" desem? En çok da " Ağla" demek isterdim.
"Korkan çocuklar ağlar. Rahat rahat ağla. Benim güvenli kollarımda ağla."
Birden kafamdaki düşünceler annenin bağırmasıyla kesiliyor. "Ağlama dedim sana!" Çocuk daha da ağlıyor. "Sana ağlama dedim. Beni duymuyor musun?" Çocuk çığlık atmaya başlıyor. Baba muhtemelen hala olayın şokunda, sesi çıkmıyor. Elindeki taşlarla bir "köpek öldüren" olabilirdi, hem de çocuğunun gözü önünde !Anne susmayan çocuğu için farklı bir yöntem denemeye karar veriyor. "Sulugööz. Sen hep böyle yaparsın zaten" diye dalga geçmeye başlıyor. Gerisini ne siz sorun ne ben söyleyeyim, zira bu kadari yeter.
Şehir bizi ne hale getiriyor. Ağlamaya tahammülümüz yok. Her küçük tehlikeyi canımıza kast algılıyoruz. Sürekli tetikteyiz. Kendimizi sakinleştirmek bu kadar zorken, çocuğu anlamak ve sakinleştirmeye çalışmak ne zor.
Anne babalar için üzüldüm, çocuklar için de, köpekler hatta kamyon şöforleri için de...

13 Temmuz 2012 Cuma

Yeterli Anne Babalık: Tüy Gibi Hafif Olabilmek


Atsan Atılmaz Satsan Satılmaz
Eşyalar...Evimizde kat kat, toz toz, içiçe duran, kimilerine müthiş anlamlar ithaf edilmiş kimisinin tırnak kadar değeri olmayan yine de ne atılabilen ne de satılabilen eşyalar...Kardeş gibi... Bazen ana baba, hiç doğmamış çocuk, kaybedilen arkadaşlar yerine saydığımız,”Anısı var!” olan sehpalar, masalar, kutular, biblolar... “Evde ses olsun” diye, “Oyalanıyorum canım ben de” ya da “Bu benim hobim” başlıklı savunma cümlelerinin altında ezilen sahibini teselli eden, bugün el üstünde tutulan yarın canlı canlı çöpe atılacak elektronik eşyalar... “Onda var bende de olsun” “Benim neyim eksik”lere kurban gitmiş, hırsla mağazadaki yerinden koparılmış, aslında hiç sevilmeyen, sık sık kaldırılan değiştirilen, onunkiyle bununkiyle karşılaştırılıp canları yakılan, halılar, perdeler, yatak örtüleri, danteller, avizeler...
Üstünde milyonlarca huzursuz başın yattığı yataklar, elinde kumanda içinde dert olanların sızdığı kanepeler...Yastıklar, yorganlar, vitrinler, çeyizlik tabaklar, şerbetlik bardaklar, hatta kitaplar...”Bugün okurum, yarın bakarım”ların arasında sararmış, okunmamaktan çirkinleşmiş, yüzüne bakılmaz olmuş kitaplar...Bir köşeye atılmış gazeteler dergiler...”Bugün bunu giydim yarın asla giyemem”, “En güzel ben olayım” la kirletilmiş görüntümüze katkıda bulunan ojeler, rujlar, kremler, renk renk, kumaş kumaş, desen desen yetersizlik, yalnızlık, özgüvensizlik taşıyan elbiseler, ceketler, pantolonlar...
Eşyaların içinde biriktirdiğimiz alıp başımızı gitmemize engel, yüreğimizde kilit, ayağımızda pranga hayatlarımız... Geçmişin yükü sırtımızda, salyangoz misali ilerleyişimiz....
Bu kadar yükle yaşarken bir de çocuk eklenince...Biberonlar, bezler, emzikler, pusetler,oyuncaklar...Ağır duygular,ağır deneyimler, ağır sözler, ağır ağır giden yaşantımızda...
Öyle bir kılıf bulmuşuz ki mutsuzluğumuza, yalnızlığımıza, yetersizliğimize acınacak halimize.Kılıf içinde yaşadığımızı fark edemeden, hoop beyaz bir kılıfa...
 Aklımız da ferah olsa, kalbimiz de, evimiz de...Nasıl olur? Arkasına saklanmasak eksikliklerimizin de göğsümüzü gere gere yalınlığımızla övünsek? Tüy gibi hafif anne babanın, yumuşacık çocukları olsa çocuklarımız?
Acısını tutturarak, inat ederek, durmadan isteyerek, alarak alarak alarak gösteren bir çocuk olmasa içimizdeki, elinden tuttuğumuz çocuk da sakinleşir mi?

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yetişkinler! Büyüyünce Ne Olacaksınız?

“Büyüyünce ne olacaksın?”

Çocuklara sorulan en klasik sorudur değil mi? Miniklerin cevaplarını dinlemek beni hep keyiflendirmiştir. Astronot, dansöz, dondurmacı, topçu, kamyon şoförü, ressam, pilot hatta roket adamı...
Aslında bir taraftan da bu cevaplar beni biraz hüzünlendirir. Aklıma gelen iki sorudur beni hüzünlendiren. İlk merak ettiğim, acaba nereden öğrenirler büyüyünce “ne” olacaklarının yapacakları işle belirlendiğini? O malum sorunun cevabının bir meslek adı olması gerektiğini nereden bilirler? İkincisi, o çocukların kaç tanesi hayal ettikleri mesleklere sahipler şu anda? Mesela siz, küçükken bu soruya ne yanıt verirdiniz? Nasıl bir hayatınız olacağını düşünürdünüz? Şimdi nasıl bir hayatınız var? Nereye gitti o çocuk?
Çok şey değişti biliyorum çocukluktan bu yana. Ancak değişmeyen bir şey var! Hala çoğumuz  çocuklukta bize sorulan sorudaki gizli  dayatmayla birlikte yaşıyoruz.  “Ne” olacağımız “ne iş yapacağımız”la aynı anlama gelir! “Ne olacaksın?” sorusuna Türkçe kurallarına uygun cevaplardan biri: “İyi bir insan olacağım” olabilir. Ya da “Mutlu bir insan olacağım” da pek tabi ki verilebilecek yanıtlardan biridir. Yanıtın dilbilgisi kurallarına uygunluğunda bir sorun yok ; bakınca soru ve yanıt arasında mantık hatası da görülmüyor. Ancak demek ki bu soruyu kurgulayanın mantığında bir kısa devre oluşmuş! Birileri, bozulmuş mantığına uymayan bir cevap veren çocuğu “Onu sormuyorum yani ne iş yapacaksın?” diye bir güzel paylar değil mi? Bence çoğumuz  bu paylanmalardan nasibimizi aldık. Hayatla ilgili bir çok hatalı düşünceyi, çok küçükken azarlanarak, eleştirilerek, küçük gören gülümsemelere maruz kalarak oluşturduk.
“Ona öyle denmez” “O öyle yapılmaz” “Öyle mi cevap verilir? “Aaa böyle mi davranıyorduk?”
Çocuklar,  gün içinde okulda, evde kimbilir kaç kez, kendi fikirlerinin önemsiz ve saçma olduğuna ikna ediliyorlar. Bir araştırma sonucu çocukların büyüme süreçlerinde “Hayır” veya “Yapma” sözcüklerini 148000 kezden fazla duyduğunu söylüyor! Buna karşılık çok az sayıda “Evet” yanıtı alıyorlar. Farkında olmadığımız bir şey var: biz bu çocukların büyümüş haliyiz! Fikri sorulmamış, en zekice cümlesiyle alay edilmiş, “terbiyeli” görünmek uğruna özgüveninden taviz vermeyi öğrenmiş, “ayıp”la “elalem ne derle” “elalem” için yaşar olmuş... Hayatından memnun olmayan, sürekli şikayet halinde olan  ancak hiçbirşey yapamayan, çocukluğundaki eleştiren anne-baba-öğretmen-komşu teyzenin yerinde yeller esse bile, aklında eleştiren seslerle yaşayan, kalbinde yapamadıklarının acısını taşıyan... “Ben yapamadım çocuğum yapsın” diyerek farkında olmadan aynı sistemin içine çocukları da çeken... Çocuğunu kendi arzuları, ihtiyaçları olan birer birey olarak kabul edemeyen...
 Her çocuk “başarılı” olur. Ama başarısı bizim başarı ölçütlerimize bir türlü uymaz.  Uymaz çünkü biz çocuğun  hangi alanda yetenekli ve hevesli olduğuyla değil hangi alanda başarısız olduğuyla ilgileniriz. En çok da matematik, fizik, kimya gibi derslerden alınan puanlardır bizi kah güldüren kah bunalımlara sokan. Çünkü biz iddia ettiğimizin tersine çocuğumuzun bizim gibi olmasını isteriz. Ne istediğini bilmeyen, istemediğine emin olduğu bir hayatta sıkışıp kalmış ve çocukken  kalbine sokulan çaresizlik, küçümsenmişlik hissiyle tüm yaratıcılığını yitirmiş...
En yaratıcı fikriniz nedir bana söyler misiniz? En çılgın düşünüz nedir? En son ne zaman çok inandığınız bir fikriniz oldu? En son ne zaman başkalarının fikrini alıp körü körüne inanmak yerine, orijinal bir fikir geliştirdiniz ve bunun ateşli savunucusu olabildiniz? İtiraf edelim, bir çok yetişkinin bu sorulara vereceği yanıt  hiç de iç açıcı olmayacaktır.
Ancak  çocuklar  bizim yapamadığımızı yapabiliyorlar!İnatla düşüncelerini savunuyor, durmadan birşeyler yaratıyor, üretiyorlar! Onlara hiç durmadan işe yaramaz şeyler öğretmek yerine, onlardan birşeyler öğrenmeye çalışsak nasıl olur?
Belki de daha büyüyünce ne olacağımıza karar verecek kadar büyümedik henüz. Hala fırsatımız var birşeyleri değiştirmeye. Unutmayalım: “Büyümenin yaşı yok” !

8 Temmuz 2012 Pazar

Kadınlar, Spor ve Çocukluk Üzerine


BİRİNCİ KISIM: KADINLAR NEDEN SPOR YAPAMAZ?
“Zamanım yok spor yapmaya!”, “Bu yaştan sonra yüzmeye mi başlanır, zamanında yapacaktım”, “Aslında gidecektim ama çok trafik vardı” “Bu yorgunluğun üstüne bir de tenis maçı mı?!”
Şehirli ve modern kadınların spor söz konusu oldu mu suçlulukla karışık biraz öfke biraz da isyanla sarf ettiği cümleler bunlar. Hatta “Şu işler bir bitsin. Hemen başlayacağım”. Bana bir özür cümlesi gibi gelir. Spor yapmanın önemini bildiğimiz ve kendimizi ne kadar ihmal ettiğimizi fark ettiğimiz için kendimizden mi özür diliyoruz? Yoksa spor yapmayı “moda” sanan ve aslında kendi değerinin bile pek de farkında olmayan bazı hemcinslerimizin fena bakışlarına maruz kalmayı engellemek mi bu özürdeki amaç?
Kadınlardan beklenenler, belki de hiçbir yüzyılda bu kadar fazla olmamıştı. Şehrin yorucu temposuna uyum sağlamaya çalışırken hem başarılı, hem güzel , hem sosyal, hem de bakımlı olmamız bekleniyor. İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir çalışan olmak zaten sanki sorgulanmaması gereken, nedense çoktan kabul edilmiş bir durum. Bunun farkına varıyor vargücümüzle hem sosyal, hem de güzel olabilmek için kurslara, spor salonlarına yazılıyoruz. Peki sonuç? Kaçımız devam edebiliyor avuçla para döktüğü kurslara? Sonra yapamadıklarımızın pişmalıkları şu minik, sevimli, her derde deva antidepresanlar olarak çıkıveriyor karşımıza.
Tabi ki de zamansızlık, yorgunluk, trafik, enerjisizlik hatta çocuklar, aileler, projeler yolunuzun önünde küçük tepecikler oluşturuyor ve spora giden yol her gün biraz daha zorlaşıyor. Haftasonları da dünya iş yükü olan kadınları, ormanda veya sahilde yürüyüş, bisiklet yaparken görme ihtimalimiz de malesef erkeklere göre daha düşük.  Peki günlük hayat koşuşturması dışında, sporu ertelememizin dolayısıyla kendi sağlığımızı her seferinde ikinci üçüncü plana atmamızın başka sebepleri de olabilir mi?  Ben bu duruma birkaç hikayecikle farklı açıdan bakmanızı önereceğim şimdi.

İşte ilk hikayecik:
Spor Erkek İşi Mi?
Altı yaşından oniki yaşında kadar basketbol meraklısı bir kız çocuğuydunuz. Beden eğitimi derslerini iple çekiyordunuz. O derslerde erkekler sizi aralarına almak istemezdi. Kızlar da genelde erkeklerin maçlarında tezhürat yapar ya da aralarında “kız oyunları” oynardı. Ama olsun siz basketbolu öyle severdiniz ki, bunları umursamaz, top sırası size gelsin diye beklerdiniz. Hatta aileniz bir yolunu bulup sizi okul dışında kurslara da gönderiyordu. Basketbol dışında kalbinizin hızlı hızlı çarpmasına sebep olan bir şey daha vardı, o da çok hoşlandığınızı şu basketbolcu çocuk... Bir gün hani şu sıska, tek ilgi alanları tokalar, çantalar, barbieler olan kızlardan duyuyorsunuz ki, bu çocuk “Basketbol oynayan kızlar erkek gibi oluyor” demiş! O gün yine kalbiniz hızlı hızlı çarpıyor ama kırgınlıkla, üzüntüyle...Eve gidince anne babanıza “Ben gitmiyorum artık kursa, bir daha basketbol oynamayacağım.” diyorsunuz. Şanslıysanız anne babanız bunun nedenini sorgular ve sizi böyle bir şeyin olmadığına, hayatta insanın neyi seviyorsa onun peşinden gitmesi gerektiğine ikna eder. Değilseniz, basketbol hikayeniz orada öylece kalır.
Görüyorsunuz, küçük yaşta toplumun cinsiyetlere atfettiği rolleri nasıl da benimsiyoruz. Onlara sadece pembe, küçük , pasif dünyalar layık görülmüş olan bir grup ergenliğin eşiğinde minik kadın ve erkek-kadın rollerini toplumun değer yargılarıyla içselleştirmiş, bir erkek çocuk, basketbol hayatınızı bitirdi! Şimdi “Çok kaslı olmaktan” “Erkek gibi görünmekten” ödü kopan bir kadın olmanızın bu anınıza dayandığının belki de farkında değilsiniz. Bazı düşünce kalıplarını çocukken ediniriz, bir kere yerleşti mi bu yanlış kalıplar, kolay değişmez. Kadınlar olarak yüksek sesle konuşmaktan, hakkını savunmaktan, aktif olmaktan da aynı gerekçeyle uzak durabiliyoruz.
Belki de siz hala futbol oynamak, basketbol oynamak istiyorsunuz! Ama bu isteğinizi öyle bir bastırmışsınız ki, sporun hiçbir dalına artık yanaşamıyorsunuz. Olamaz mı?

Yazının devamı gelecek

6 Temmuz 2012 Cuma

Eğitimlerimden Notlar www.hamileveanne.com'da!

http://www.hamileveanne.com/2012/03/30/mukemmel-anne-misiniz-yeteri-kadar-anne-mi/

http://www.hamileveanne.com/2012/05/14/yeterli-anne-babalik/



Peki Ya Sizin Karneniz Nasıl?

Karne zamanı geldi. Dün eve hayal kırıklığıyla giden de vardı, korkuyla da sevinçle de… Dün birçok ebeveyn çocuğunu ya direkt azarladı, eleştirdi ya da dolaylı yoldan… Kimileri umurunda değilmiş gibi yaptı. Belki de kimileri kendi çocukluklarını, kendi karne zamanlarını hatırladı. Bazıları umutsuzluğa kapıldı, “Bu çocuktan adam olmayacak” diye düşüncelere daldı. Peki okul başarısızlığının arkasında yatan nedenleri kimler düşündü? Acaba hiç, çocukla kurduğumuz ilişki biçiminin onların okul hayatlarını direkt etkilediği aklımıza geldi mi?
Acaba çocukların ebeveynleriyle güvenli bir bağlanmayı gerçekleştirip gerçekleştirememelerinin okul başarısıyla bir ilgisi olabilir mi? Bu soruyu merak eden araştırmacılar son yıllarda konuyla ilgili birçok araştırma yapmışlar. Güvenli bağlanmayı kısaca bakım veren kişinin çocuğunun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına doğru zamanlamayla doğru şekilde yanıt vermesi, onunla sıcak, tutarlı bir ilişki kurması olarak özetleyebiliriz. Aslında formülasyon basit: Bakım veren (genelde anne-baba) kişi ve çocuk arasında böyle bir ilişki varsa, çocuğun araştırmaya, öğrenmeye daha açık olması beklenir. Örneğin anneleriyle güvenli bağlanma gerçekleştirebilmiş çocukların okul öncesi dönemde daha meraklı çocuklar oldukları, yaşıtlarıyla daha kolay empati kurabildikleri ve güvenli bağlanamayan çocuklara göre özgüvenlerinin daha yüksek olduğu bulunmuş.
Ayrıca başka bir çalışmada bu çocukların altı yaşından itibaren okulda arkadaşlarıyla daha olumlu ilişkiler kurabildikleri sonucu ortaya çıkmış.
Yine bebekler ve okul öncesi yaştaki çocuklar arasında, güvenli bağlanan çocukların daha sofistike sembolik oyunlar oynadığı, çevrelerini daha aktif araştırdıkları, oyuna daha aktif katıldıkları ve bir işle daha uzun süre kalabildikleri görülmüş. Güvensiz bağlanmayı deneyimleyen çocukların, başarı konusunda motivasyonlarının düşük olduğu hatta oyuncaklarla oynarken bile amacına göre oynayabilme becerilerinin düşük olduğu bulunmuş.
Peki bu durum okul başarısını nasıl etkiler? Okulda kendisini rahat ve güvende hissedebilen, başı sıkışınca, anne-babasının ona kucak açacak güvenli bir bölge olduğu fikrini zihninde taşıyan çocuk elbette daha kolay öğrenir. Bu çocuk kendisiyle ilgili de daha olumlu düşüncelere sahiptir. Arkadaşlık ilişkileri daha olumlu gelişmiştir. Genel stres ve kaygı düzeyi daha düşüktür.Tam tersini düşünelim. Genelde kaygılı ve stres altındaki bir insana bir şeyler öğretmek mümkün müdür? Bazı çocuklar gerçek bir tehlike olmasa bile kaygılıdır, bu nedenle dikkatleri dağınıktır. Kendilerini, eşyalarını iyi organize edemez, zamanı iyi kullanamazlar. Kafaları karışık, dalgın çocuklar ve/veya aşırı hareketli, amaçsızca koşuşturan çocuklar olabilirler. Bu çocukların sınıfta dersi dinlemeleri çok zordur. Evde ders çalışmak da onlar için sıkıntılıdır çünkü kendilerini sakinleştirme becerisinden yoksundurlar. Odalarında tek başlarına bırakırsanız mutlaka yanınıza gelmek isteyeceklerdir. Birlikte çalışmak ise işkence gibidir çünkü sizi hareketliliği, dalgınlığı ve kısa dikkat aralığıyla çileden çıkarabilirler.
Bu durumun herhangi bir öğrenme güçlüğü ve DE/HB(*) gibi bir durumla karıştırılmaması önemlidir. Böyle bir durum söz konusuysa, onun gelecekte iyi bir üniversiteye girip giremeyeceğini düşünmekten çok, çocukla aramızdaki ilişkinin kalitesini gözden geçirmek işe yarayacaktır. Zira üniversite dönemindeki öğrencilerin bile, ebeveyne güvenli bağlanma süreçlerinde eksiklikler varsa, not ortalamalarının daha düşük olduğu bulunmuş!
Biraz sorgulama zamanı şimdi. Kendi anne-baba karnemize bir bakalım. Bu karnede kocaman yer kaplayan “ilişki” kısmını bulalım. Kaç veririz notumuza?
Çocuğumuzu sakinleştiremiyor hatta onda daha çok kaygıya sebep oluyor olabilir miyiz? Dersler konusunu kafamıza fena takmış, çocukla neredeyse başka hiçbir şey konuşmuyor olabilir miyiz? Okuldan gelir gelmez ilk sorumuz “Günün nasıl geçti? Nasılsın?” yerine, “Ödevin var mı? Ellerini yıka, yemeğe otur!” olabilir mi? Onun dersten, belki de sizden kopmuş davranışlarını “umursamazlık” olarak algılayıp iyice sinirleniyor olabilir miyiz?
Çocuğun asıl derdinin ne olduğunu anlamaya çalışmak yerine akademik başarısızlığın sebebinin organik bir rahatsızlık olduğu veya çocuğun tembelliğinden kaynaklandığını düşünmek, ilişki sorunlarına müdahale etmeden hiçbir işe yaramayacaktır. Klinik deneyimlerim, bir dönem derslerinin neredeyse hepsinden kalmak üzere olan çocukların, kendileri ve ailelerinin psikolojik destek alması sonucu okul başarılarının nasıl arttığını gözlemlememi sağladı. Evet, başarısızlığın altından da ilişki problemleri çıkabilir. Başarısızlığın sebebi, dünden bugüne yaptıklarımız değil, doğduğu günden bugüne bir türlü doğru kuramadığımız ilişkimizdeki problemler olabilir. Bu nedenle her zamanki gibi önce sağlıklı bir ebeveyn çocuk ilişkisi için çabalamak gerekir. Sonrasında okul başarısı da gelecektir.
(*) DE/HB: Dikkat eksikliği / Hiperaktivite bozukluğu

NTV'de Cumartesi'deyim

http://tvarsivi.com/studyo-konugu-uzman-psikolog-pinar-mermer-ile-calisan-annelerin-cocuklarinin-karsilasabilecekleri-so-28-04-2012-izle-i_2012040885474.html

Kalp Atışı Babaları

Günümüz çocuklarının bir şeylerden hemen sıkıldığını, bir işi sonuna kadar götüremediklerini, başarmak için mücadele etmediğini söyler dururuz değil mi? Dikkatlerinin dağınık olmalarının yanı sıra ”sebat etme” becerilerinin de eksik olması da bu sorunun sebeplerindendir.
Peki size böyle davranışların geliştirilebileceğini söylesem? Tabi ki yine tavsiye ve formül vermeyeceğim. Yine bir ilişki biçiminin öneminden bahsedeceğim. Hem de baba-çocuk ilişkisinin!
Popüler psikoloji kaynaklarının birinde, yeni bir araştırmayla ilgili bir haber gözüme ilişti. Babalar gününün yalnızca iki gün öncesinde yayınlanan bir çalışmadan bahsediliyordu. Haberin başlığı “Sebat etmek, babalardan öğreniliyor!”du. Amerika’da yayınlanan Journal of Early Adolescence dergisindeki bir araştırmanın sonucu bunu bize söylüyor. “Herkes size hayır derken, siz sebat ediyor ve umut taşıyorsanız, bunun için babanıza teşekkür edebilirsiniz” diyor haberde.
Brigham Young Üniversitesi’nden araştırmacılar yüzlerce aileyi dört yıl boyunca incelemişler. Babalar ebeveynlik biçimleriyle ilgili soruları yanıtlarken, 11-14 yaş arasındaki ön ergen ve ergen çocukları okul performansları ve amaçlarına ulaşabilme konusundaki anketleri yanıtlamışlar, üstüne video yoluyla bilgi toplama çalışmaları yapılmış.
Sonuçta demokratik ve dengeli ebeveynlik biçimi gösteren babanın çocuklarının sebat etme becerisi gösterdiği, bu becerinin yüksek okul başarısı ve daha az olumsuz davranışla ilişkili olduğu bulunmuş.
Yine aynı araştırmada katı ve otoriter ebeveynlik tarzına sahip olan babaların daha az sebat eden çocukları olduğu bulunmuş!
Annelerin de bu konuda etkili olduğunu söylemiş araştırmacılardan Randall Day. Ancak ergenlerin kendilerini nasıl algıladıkları ve hayatlarında ne kadar sebat edebilen bireyler olduklarının  demokratik ve dengeli babalık biçimiyle ilgili olduğunu da eklemiş.
Araştırmada bu babalardan, “kalp atışı babaları” olarak bahsedilmiş. Bu ismin nedeni bu babaların çocuklarıyla tutarlı bir şekilde olağan günlük etkileşimlerini sürdürmesi. Yani kalp atışı kadar tutarlı ve düzenli olmaları…
Araştırmacılar bu çalışmanın, babaların çocukların öz düzenleme ve öz saygı için ne kadar önemli olduklarına dair sayısı gittikçe artan çalışmaların bir yenisi olduğunu olduğunu söylüyorlar. Babaların belli değerleri çocuklara öğretmede daha etkili olmalarının sebebi ise toplumun baba rolünden beklentilerinin bu yönde şekillenmesi.
Peki ne gerekiyor çocuklara bu değerlerin verilebilmesi için? Araştırmacılardan Laura Padilla-Walker’a göre, etkin babalar, çocuklarını dinleyen, çocuklarıyla yakın bir ilişki kuran, gerekli kuralları koyabilen ve aynı zamanda gerekli özgürlükleri sağlayabilen babalar. Yani demoktratik-dengeli ebeveynlik aslında böyle bir şey. Ne çok serbest ne de çok katı.
Amerika’da durum böyle, peki ya Türkiye’de? Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yapılan bir çalışmanın sonucunda, ergenlik çağındaki temel stres kaynağının, ebeveynlerin çocuk yetiştirme tutumları olduğu bulunmuş. Araştırmacılar, otoritenin tamamen elden bıraldığı ebeveynlik tarzının veya baskıcı, aşırı otoriter ve tutarsız ebeveynlik tarzlarının, çocukların intihar davranışlarının da içinde bulunduğu birçok olumsuz davranışa sebep olduğunu söylüyorlar.
Bu iki araştırma bize, çocuk yetiştirirken yalnızca annenin değil, babanın da çok önemli bir rolü olduğunu gösteriyor. Hatta istenen davranışları kazandırma, istenmeyen davranışları engelleme konusunda babaların etkilerinin ne kadar büyük olduğu vurgulanıyor.
Dünyanın birçok ülkesinde babalar boşanma, yoğun çalışma saatleri veya yanlış ebeveynlik inançlarına sahip oldukları için çocuklara yeterince ve tutarlı ilgi gösteremiyor. Bu nedenle dünyada “babasız” bir nesil yetişiyor. Babaların kendi önemlerini kavramaları, yalnızca kendi çocukları için değil, dünya için de önemli bir adım olacaktır.