Ads 468x60px

20 Ekim 2012 Cumartesi

Otizm spektrum bozukluğu semptomlarıyla yeterli anne babalığın ne ilgisi var?

Yeterli anne babalık diyorum ve "yeterli" olabilmek için nelere ihtiyaç var anlatıyorum.
"Başkasının çocuğu benim de çocuğum " diyebilmek, yeterli anne babalık felsefesinin bir parçası. Duyarlı bir insan ve bilinçli olmak da öyle...
O zaman okumak anlamak gerek, başımıza gelmiş, gelmemiş ya da henüz gelmemişler hakkında bilgi sahibi olmak gerek.
Çok konuşulan ama derinliğine az inilen "otizm" i seçtim konu olarak. Nedir belirtileri? Çevrenizde böyle insanlar var mı? Birlikte bir bakalım.
Otizm denince ilk bilinmesi gereken bunun bir spektrum bozukluğu olduğudur. Yani bir yelpaze düşünün, yelpazenin bir ucunda konuşamayan, göz teması kurmayan, kolay huzursuz olan, tekrarlayan anlamsız davranışları olan bir kişi varken,diğer ucunda konuşabilen, okula devam eden, belli konularda üstün beceri gosterebilen biri var. Öyle bir durum ki, yaş ilerdikçe geçmiyor, nedeni pek de bilinmiyor, hangi beceri geri kalacak hangisinde ilerleme gösterecek tahmin edilemiyor.
Öyle bir durum ki uzmana "Bu çocuk konuşabilecek mi? Okula gidebilecek mi?" disorularına "Her çocuk kendine özgü bir gelişim grafiğine sahip. İnanın bunu bilmemiz çok zor. Ancak sizin desteginiz çok önemli" diye yanıt alıyorsunuz. Zorlukla öğrendiği bir beceriyi bazen unutuveriyor.
Anne baba için bilinmezlerle dolu bir yolda gitmek gibi. Çocuk için ne kadar zor zaten tartışılmaz.
Neden mı?
Çünkü Otizm spekturumundaysanız başkalarının düşüncelerini, bazen yüz ifadelerini anlamak sizin için çok zordur. Şimdi karşımızdaki insanın ne hissederse hissetsin ne düşünürse düşünsün ifadesiz bir yüz ve düz bir ses tonuyla konuştuğunu duşunun.Cevrenizdeki herkes böyle! Anlam yok! Aklından ne geçiyor, ona göre nasıl davransan diye hiçbir fikriniz yok! Ne kadar yakın mesafede durulması gerek, sosyal ipuçlarını izleyerek ogrenenediginiz için bilemiyorsunuz. Espri yapılıyor ama soyut kavramlarla aranız iyi değil ve espriyi anlayamıyor ya da alınıyorsunuz. Mesela "Bu işlemi kafadan yap" deyince "Karnımdan yapayım" diye cevap veriyorsunuz!İnsanlar da garipsiyor. Sizle pek de arkadas olmaya yanaşmıyorlar.
Sıkışmış hissetmez misiniz? Çaresiz? Yorgun? Hayalkırıklığına uğramış? Kızgın?
Otizm spektrumundaki kişiler böyle hissediyor ve her an ne olduğunu anlamadıkları durumlar icinde buluyorlar kendilerini.
Bazıları büyük büyük sözler edebiliyor ancak çoğu zaman anlamını tam özümsemeden taklit düzeyinde konuşabiliyorlar.  Söylediklerinizi algılamayabiliyor, duygularını tanıyip ifade edemiyorlar. Bu nedenle yoğun bir kaygı hissediyorlar. Kaygıyla baş edecek kaynaklara sahip değiller ve kendi kendilerini zor kontrol ediyor patlamalar yaşıyorlar. Degisime ayak uydurmak onlar için çok zor.
Böyle yasamak sizce kolay mı?
Yeterli anne babalık empati yapmayı öğrenmekte gizlidir.


19 Ekim 2012 Cuma

Aa Siz de Bir Acayipsiniz!

"Aa siz de bir acayipsiniz! " diyip bir hışımla valizimi banta bıraktım. Arkamdan ses gelmedi. "İstanbul uçağı" dedim kimlikleri uzatırken.
Sinirliydim.Neredeyse 4 aylık oğlum ilk kez annesinin öfkesini çaresizligini gördü.
Ona öfkeli değildim elbet.
Benim öfkem "Evde ne yaparlarsa yapsınlar ama burada insanların ortasında yapmasınlar" diyen hemcinsimeydi. O hemcinsim tahmin edildiği gibi cinsel içerikli davranışa vermemişti bu tepkiyi. "Ay Ay kadını itip kakıyorlar güvenlik yok mu polis yok mu?" diye bağırmam üzerine arkamda bekleyen hemcinsimin verdigi
tepki buydu.
Bir polis ağır ağır kalabalık ailenin yania gitti. Aynı kadını tartaklayan iki adamı kibar kibar bir seylere ikna etmeye çalışıyordu. Koşarak en yakın polise gidip "Bu adamlar kadını tartakladi, herhalde arkadasınız onu görmedi" dedim.
"Orada emniyet amiri var, gerekeni yapıyordur" dedi. "Gidip ona tartaklama olduğunu söyler misiniz? Kadın cinayetleri nasil oluyor biliyorsunuz " dedim. "Biliyorum ama ben birşey yapamam" dedi. Yanlarına gidip birşey söylesem hicbir sekilde korunmayacagimi, kucagimdaki bebeğin bile şiddet göreceğini ve bunın karşılıksız kalacağını biliyordum.
Boynum bükük uçağa gittim.
Simdi ben İzmir Havalimanı güvenliğine mı kızayım, şiddeti meşru gören hemcinsime mi, birşey yapamadığım icin kendime mi?
Herkese her seye kızgın olasim geliyor ya...Neyse...
İmza:kadın anne psikolog vatandaş Pınar

26 Eylül 2012 Çarşamba

Yeni Annenin Oğul Aşkı

Çok yoğun bir hafta geçiriyorum.Gayet de güzel, keyifli gidiyor.
Ama bazen, şu andaki gibi, biraz dinleneyim dediğimde, bir acayip oluyorum. İçim kocaman duygularla dolup taşıyor.
Tanımlamaya çalışıyorum bu duyguları, meslek hastaligi..Bir bakıyorum özlem, birazsevinç,bazen şaşkınlık, hüzün ve sonunda "aşk" çıkıyor.
Oğlum üç aylık bir melek. Babaannesi ve babası "Anne" dediğini iddia ettiler.Ben de bazen duyuyorum ama...Yok yok...
Olmaz öyle şey. Ya da olur mu acaba?
Bu mukemmel bebek, şimdi yanımda huzurla nefes alıp veren, annesini bilir değil mi? Niye seslenmesin o zaman ?
Sanki o kitapları ben okumadım, sanki o yazıları ben yazmadım. Sanki bütün gelişim teorilerini bir kenara koymalı şu an...
Kendi bebeğim olunca nasıl da farklı.
Nasıl bir aşk bu? Nasıl karmaşık duygular içimde. Oğlumu öyle seviyorum ki... Uyandirip sarılıp öpesim var, kıyamıyorum.
Ben nerde öğrendim birini bu kadar sevmeyi, onu korumayı, onu aklında tutmayı, kalbinin içinde her an her yere taşımayı?
Ben nerde öğrendim küçücük masum bir varlığa annelik yapmayı?
Oğlumu çok seviyorum.
Her an her yerde aklımda, içimde taşıyorum onu.
Gözlerine bakıyorum bol bol, uzun uzun guluyor, konuşuyor benle.
Hayali canlısından, canlısı hayalinden güzel.
Oğlumla büyüyorum.
Ne cok şey varmış kendime dair, kutu kutu saklanmış, keşfedilmemiş...
Oğlumla öğreniyorum.
Yogun duyguları tolere edebilmekten, yeni deneyimlere beklentisiz kucak acabilmekten gecermiş anneliğin yolu.
Oğlumla dolup taşıyorum. Gözyaşlarımı bırakıyorum.

20 Eylül 2012 Perşembe

İMDAT!

Deniz kenarındayız. Ege'nin sahil kasabalarından birinde, otizmli çocuklarla birlikte hayatımın en geliştirici deneyimlerini yaşadığım bir haftanın ilk günleri...
Bir ufaklık yanımızda sıkıntılı halde birşeyler anlatmaya çalışıyor, anlayamiyoruz. Ne zor birşey otizm. Anlatamamak, yardım isteyememek ne zor!
Sonra birden yere oturuyor ve kuma parmaklariyla birşeyler yazmaya başlıyor. Yazdığı şey : İMDAT!
Bir süre sonra tuvaletini yapamadığı icin sıkıntısı olduğunu düşünüp doktorumuzla temasa geçtik. Sorun çözüldü,ufaklik rahatladı.
Yıllar sonra danışanlarım olduğu zaman ve çevremdeki insanları gözlemlerden bu deneyimimi tekrar hatırladım.
Neden mi?
Bir uzmandan yardım almanın gereksiz ve hatta ayıp olduğu bir toplumda yasıyoruz. Hatta özellikle işyerinde birbirimizden yardım istemekten özellikle kaçınıyoruz. Bazen ailemizden bile yardım istemek zorumuza gidiyor kaldı ki yakın arkadaslar...
Bazen "O benim yardıma ihtiyacım olduğunu biliyor, ben niye isteyeyim!" diye düşünüyoruz.
Oysa ne tür bir yardıma ihtiyacımız olduğunu karşıdaki anlamayabilir ya da yardıma ihtiyacımız olduğunu bile fark etmeyebilir.
Cok zorlandığınız bir anda arkadasınızı arayıp "Gelsen iyi olur da gelemezsen önemli değil tamam ben halletim zaten" derken bulmaz mısınız kendinizi?
Sonra da "Yardım istedim , kimse etmedi " deriz.
Bakın o otizmli minik bana cok önemli birşey öğretti.
Yardım istemenin farklı yolları var.
Yanındakiler anlamıyorsa derdini, bir yolunu bulup anlatacaksın.
Yardım istemek ayıp değil.
Ruh saglıgı uzmanından yardım istemediği icin çevresindekilerin hayatını zehir edenlerle dolu etrafımız.
Kendi travmalarını cocuklarına aynen aktaran anne babalarla dolu doluyuz.
Yardım istemek güçsüzlük değil, tam aksi reddedilme kaygısıyla basacikabilmek demektir.
Yardım istemek güzeldir.
Bazen İMDAT yazın bir kağıda karşıdakine gösterin!Ya da kendi yaratıcı yardım isteme biçiminiz olsun.
Gücümüz sınırlı unutmayalım. Hele ki anne babaysak, cocuklar icin dizayn edilmemiş bir toplumda yaşadığımız icin bol bol destek almaktan çekinmeyelim.

18 Eylül 2012 Salı

Biraz Depresif Biraz Manipülatif Bir Yazı

I'm a creep
I'm a weirdo
What the hell am I doing here?
I don't belong here

Yukarıdaki sözler Radiohead'ın Creep şarkısının nakaratı...

"Ben buraya ait değilim" diyor. Bazen böyle hissettiğiniz oluyor mu? Kendi ülkenizde bir yabancı gibi. Bazen kendi ailenizde, evinizde... Ama en çok yaşadığınız şehirde bir yabancı... Sizin için de kalabalık caddelerde yürürken tanıdık gelen insan profili, son zamanlarda asık suratlı, aceleci, huzursuz bir insan yığınına dönüştü mü?

"Duyarlı, sevecen, sağduyulu, insan seven" bir kişi olarak kendinizi tanımlarken, artık "Göremiyorum, duyamıyorum,hissedemiyorum, bilemiyorum"mu diyorsunuz?
"Göremiyorum çünkü gelecek karanlık"
"Duyamıyorum çünkü patlamalardan, çığlıklardan kulaklarım sağır oldu"
"Hissedemiyorum çünkü insanoğlu bu kadar yoğun acıları yok sayar"
"Bilemiyorum çünkü bildiklerim sanki geçerli değil, hiçbir işe yaramıyor"

Bazen başka bir dünyada başka bir hayat sürmek istersiniz. "Ben buraya ait değilim " derken bulursunuz kendinizi. "Burada ne işim var?"  Dışarıda, başka ülkelerde, başka hayatlar var!
"Bunca saçmalığın arasında, iyi birşeyler yapmaya çalışırken, beni fark eden var mı gerçekten?
"Çarkın içine girmemek için direnmek,  Don Kişotluk mu? "

Çok kaliteli işler yapabilir, çok bilgili, zeki, dürüst bir insan olabilirsiniz.
Ancak bu pratikte işe yaramayabilir.
Çünkü insan psikolojisi  "hain" dir. Yani yanılsamalara çok açıktır, kolay manipüle edilebilir.
Manipülasyonsa hem zeki, hem de cahil cesareti barındıran, genelde antisosyal özellik gösteren kişilerin işidir.
Yani içinde dürüstlük, insan sevgisi, empati olmayan bir yapının... Toplulukları manipüle etmekse en kolayıdır.
Birkaç dakika içinde yüzlerce insanı kandırmak üç beş kişinin elindedir. Düşünmeden hareket edebilir topluluklar.
 Düşünmek, mantık yürütmek zor iştir hatta insanoğlu için zaman kaybıdır. Kısa bilişsel yollar tercih eder, kalıplara taparız. Çünkü güvende hissettirirler ve işimizi kolaylaştırırlar.
Oysa kalıplar ve kısa yollar, düşünmeden hareket etmemize neden olur ki bu tehlikelidir. Bence günümüzün de en büyük derdidir. Okumamak, araştırmamak, düşünmemek ve gelişmemek...
Çocuklarımıza düşünmeyi öğretelim.
Bizi örnek alarak eleştirmeyi, şüphe etmeyi öğrensinler.
Onlara en çok insanları sevmeyi, onlara güvenmeyi öğretelim.
 Kalabalık caddedeki asık suratlılardan olmasınlar.
Trend delisi, boş muhabbet ustası değil, gerçek şeyler konuşan, duygularını ifade edebilen, korkusuz insanlar olsunlar.
Öyle olsunlar ki, onlardan çok fazla olsun ki, ülkelerine, şehirlerine hatta kendilerine yabancılaşmasınlar.
Acılara son veren bir kuşak yetiştirelim ve onlar buraya ait olsunlar.



15 Eylül 2012 Cumartesi

Sizinki de böyle hıyar olacak

Restorana girdik, kucağımda oğlum. "Aa bak bebek" dedi babası henüz 4-5 yaşlarında olan dünya şekeri oğluna. Diğer cocuk "Kac yasında ?" diye sordu. "Cok küçük daha 3 aylık yani bir yasında bile değil" dedim. Baba bana baktı ve "Cok çabuk büyüyorlar.İste sizinki de böyle bir hıyar olacak" diye oğlunu gösterdi. Şaşkınlığımı atamamışken digeri gelip bacağıma bir tane vurdu. Baktım aile orali olmuyor, "Merhaba deme bicimi bu galiba"dedim. Umarsizca "Evet öyle" dedi birisi. Sonra babanın oğluna küfürleri , argo konuşmalariyla hikaye devam etti.
Düşündüm. Neredeyse her gün okulda zorbalığa maruz kalan cocukların aileleriyle görüşüyorum.
Zorbalık önlenebilir birşey. Önce cocuğa, anne baba saygı duyacak , ona vurmayacak ona isimler takmayacak küfür etmeyecek hatta baskalarına vurmasına küfür etmesine izin vermeyecek,sonra o cocuk zaten kendine saygı duyulduğunu hissedip digerlerine de o saygıyı gösterecek.
Her cocuk kendisine saygı duyulmasını hak eder.
Hiç bir cocuk hıyar değildir efendim.
Benim oğlum da eminim bir hıyar olmayacak.

11 Eylül 2012 Salı

Annem anneanne olurken, daha farklı olabilirdi

Dört aylık hamileyim.Ben kadın olma halini en yoğun şekilde yaşarken, annemin rahmi ve yumurtalıkları alınıyor. İki çocuk doğurmasına hizmet etmiş, yıllarca her ay "Biz buradayız,işimiz bitmedi hala!" diyen kadınlık organlarına veda etme vakti...
Annem kaygılı.Hiç istemiyor bu operasyonu.
Doğru dürüst bilgilendirme alamıyoruz doktorlardan. Zaten hep bir koşuşturma halindeler. Operasyonu beklerken bir hasta yatış için geliyor. "Yer yok" diyorlar. "Ama bugün gel dediniz,ben Uşak'tan geldim" diyor..
Ameliyat olacak, hazırlığını yapmış ."Yok,biz seni ararız" diyorlar. Eşi geliyor,sorun çıkaracak gibi oluyor.
Asistan doktor fırsat vermiyor:"Siz yeşil kartlılar, hem bizim paramızla hizmet alıyorsunuz hem de problem çıkarıyorsunuz " . Adam çıldıracak gibi oluyor. "Sizi şikayet edeceğim" diyor. "Eeh kime edersen et" diyor doktor hanım.
Biz buz gibi bakıyoruz birbirimize. Dün de biz azarlardan azar beğenmiştik de, elimiz mahkum, birsey diyemedik. Operasyon yeni yöntemle yapılacakmış, bu hoca yaparmış ancak. Ne diyelim...
Annem birkaç kadınla beraber operasyonu bekliyor. Ben de onlarlayim. Baktım bazıları kaygıdan tir tir titriyor. "Hadi" dedim, "Size nefes egzersizi yaptırayım". Rahatlama egzersizleri yaparken , "Kahkaha atar gibi yapmazsanız diyafram çalışmaz"diyerek Afyonlu yetmiş yaşındaki nineyi de güldürdük, kadın doğum hemşiresini de, "Ya ben ameliyattan çıkamazsam da oğluşum yalnız kalırsa, bir onu evlendirseydim" diyen tontiş teyzeyi de...Steril kıyafetlerle yarı çıplak koridora fırlayıp oğluşunu görmek isteyen teyze...
Anneme sarılıyorum. Dışarıda saatler süren bekleyiş başlıyor. "Kapının önünden ayrılmayın.Hasta yakınlarına operasyon bitince haber vereceğiz" diyorlar. En fazla bes oturma yeri var
Bekleyen yaklaşık yirmi kisi...Ege'nin koyleri, küçük sehirleri buraya akmış.
Bir telefon konuşmasına şahit oluyorum. Eşi operasyon geçiren biri. "Abla ben onun annesine de laf anlatamıyorum, kendi anneme de. ikisi de ortalarına aldılar beni. Karımın derdiyle uğraşmamıyorum onlarla ugrasmaktan." diye isyan ediyor.
Saatler geçiyor. Her seferinde "Çıktı mı ? İyi mi?" diye soruyorum, yanıt yok.
Birden annemin adını söylüyorlar .
"Yakınları gelsin" diyor hastabakıcı.
Babam kantine su almaya gitti. Bu durumda tek yakın benim. "Benim yakını" dedim. Alınacak birkaç şey söyledi. Sonra elime bir poşet içerisinde bir şey verdi, "Patolojiye götür " dedi. Ilıktı verdigi "şey". Şekli sıcaklığı agırlığıyla, o şey, annemin rahim ve yumurtalıklıydı. Böyle bir şey beklemiyordum. Şaşırdım.Elimde organlarla kalakaldım.Babam yetişti. "Keske sana vermeselerdi" dedi, almak istedi, vermedim. Annem veda edebilmiş miydi yıllarca icinde taşıdığı ve kadın olmamın en iyi en kötü taraflarını ona yaşatan organlara? İlginç... Ben bu elimde tuttuğum seyin icinde büyüdüm, benim oğlum da benim icimde büyüyor.
Annem "Doğal akısına bırakalım.Almaya gerek yok" demişti. Doktorlarsa "İyi olmaz" dedi.
Patolojiye teslim ediyorum poşeti. İcinde büyüdüğüm şeyi, buz gibi bir yere bırakıyorum. Hayat ne garip!
Annemi o gece göremiyoruz. Ertesi gün doktoru bir türlü gelmiyor ve çıkışı öğleni buluyor. Çıkar çıkmaz yine ilk yaptigi sey torunuyla konuşmaya başlamak! İlk torunu, sanki kadınlığın simgelerine vefa ederken yeni bir role hazırlıyordu onu.
Genc yasina rağmen anneanneydi o artık.
Annem için kolay olmadı kabullenmek. Belki doktoru gelseydi, kendini tanıtsaydı, "Cok iyi gecti operasyon. Artık hayatınızda yeni bir donem başlıyor, kutlarım sizi " deseydi.
Belki de iyi gelirdi.
Ne kadar yogun olursa olsun, insana deger vermek cok mu zor ?
Kızının hastaligindansa kendiyle ve başkalarıyla uğrasan kayınvalideler için tersini yapmak çok mu zor?
Yesil kartı olduğu için bir insanı aşağılamadan onu sevmeye anlamaya çalışmak cok mu zor?
Annem insanları cok sever. Torununa aşık. Hediye gibi geldi ona oğlum.
Ben anneliğe geçerken onun annelannelige geçişini kolaylaştırmak,onu rahatlatmak çok mu zordu?
Yakınlarının eline hastaların organlarını vermek...Baska türlüsü cok mu zor?

7 Eylül 2012 Cuma

Ebeveyn olabilme kapasitesi

Bazı sorunların çözülmesi uzun sürüyor. Nedeni ise değişime karşı gösterdiğimiz direnç... Özellikle çocuklarımızla ilişkilerimiz söz konusu olduğunda, kendimizi onların ebeveyni değil de yöneticileriymiş gibi gördüğümüz yerler oluyor. "Ne kadar ve ne zaman yiyeceğine ben karar veririm, senin aç veya tok olmanla, canının isteyip istememesiyle ilgilenmiyorum"
Bu davranışın arkasında bir düşünce kalıbı yatıyor:"Çocukların bizim yönetimimize ihtiyacı var" . Onları birer birey olarak kabul edememek bence zorluğumuz.Evet bazen henüz konuşamasalar, ellerine yüzlerine bulaştırarak kusarak yemek yeseler, uykuya direnip zamansız yerlerde uyusalar bile,tuvaletlerini altlarına yapip onunla bir süre ortalarda dolaşsalar bile !Onlar bizden farklı ihtiyacları olan farklı tercihleri olan insanlar.Bizim uzantımız değiller! Ebeveyn olmak yönetmek değil, incelemek demek. Uzun uzun gözlem demek."Şu zamanlarda bunu yapıyor, şunlardan hoşlanmıyor,bunu yapmaya bayılıyor,kakasını yapmadan önce böyle yapıyor, açıkınca şöyle yapıyor" gibi gözlemler.
Gözlem yapmak zor birşey değil.Eğer gün içinde yeterince zaman geçiriliyorsa ve ebeveyn çocuktan gelen sinyallere açıksa zaten otomatik kaydedilecektir bu bilgiler.
Bu bilgiler bazen kaydedilmez.Nedeni ebeveynin çocuğa kendi rutinini empoze etmeye çalışması,çocuğun ihtiyaçlarına kulak vermemesidir.
Bir de çocuk yetiştirme işi aslında deneme yanılma ve sabır işidir. Zaten işe yaramayan bazı rutinlerin bozulmasından korkmadan yeni denemeler yapmak,yaratıcı olmak gerekir. Örneğin uyku konusunda farklı bir yol denemek, yemek saatini mantıklı bir saatle değiştirmek, hatta bakıcıyı bir süreliğine göndermek ya da bazen düzeni bozacağını bile bile yakınlardan yardım istemek...Çocuk yetiştirmek için yeni fikirlere açık olmak,kaygıları dindirmeyi başarmak önemli.Yeni bir yöntem denerken sabırlı olmalı.Alışmak için kendimize de çocuğumuza da zaman vermeli.Hatta evdeki başka insanlara da!
Bizi kızdıran tavsiyelere kulak tıkarken, mutlaka güvenilir bir iki insan seçmeli.
Bir de en önemlisi birinden yardım isteniyorsa o insana mutlaka güvenmeli.Güvenmedigimiz insanın bize yardımı dokunmaz ve sonuc hayalkirikligi olur.
"Benim sürece bırakacak, yeni yöntemler deneyecek, onun ihtiyaçlarını izleyecek sabrım yok " deniyorsa da o zaman yardım alınacak.Nerede bitti sabrımız,ne eksik ne fazla geldi konuşulacak. Objektif değerlendirme yapan biriyle sıkıntılar paylaşılacak.
Böylece yönetim becerilerimizi bilmem ama ebeveyn olma kapasitemiz eminim gelişecek,büyüyecek.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Medya Şiddeti Konusunda Uyanık Olmak


MEDYA ŞİDDETİ KONUSUNDA UYANIK OLMAK

Haber seyretmiyorum demiştim ya bir yazımda ama Somalili aç çocukları gösteren haberi tesadüfen görmem belki de iyi oldu demiştim. Birşeyler yapmak açısından. Doğru bulduğumdan değil bu video klipli bol gözyaşlı haber anlayışını. Beni baya bir salladı haber. Açlıktan ölen bebekleri ve çaresiz annelerini görmek, zaten her daim zihnimin kapısını çalan “Birşeyler yapmalı” fikrini tekrar tekrar uyandırdı. Haberlerde sık sık vahşet görüntüleri söz konusu olduğu için ve bu vahşi hal haber verme cümlelerine de yansıdığı için kanıksadık aslında bu medya şiddetini. Belki de bu nedenle uzun zamandır haber izlemediğim için, uzun süredir maruz kalmadığım için bu şiddete, bu görüntüler bende kat kat etki bıraktı.Yoksa her gün haber izleyen biri eminim “Ohooo o da ne ki?” diyecektir artık bezmiş ses tonuyla.
Gazetelerse bu konuda daha cin gibiler. Şahane gazetecilik anlayışı TV haberciliğinden bir adım öteye gidiyor. Haberi okutmak için video şansı olmayan gazeteler, en çarpıcı fotoğrafı ben koymalı en slogan manşeti ben atmalıyım düşüncesiyle, şiddetin dik alasını uyguluyorlar okuyucularına.
Kadın cinayetlerine dikkat çekmek amaçlı olduğu söylenen, manşetteki kanlı ceset görüntüsünü belki de çoğumuz unuttuk. Ancak bilincimizin dışında bir yerlerde bıraktığı izler konusunda söylenecek çok şey var.
Bu sabah da bebeğim kucağımdayken okuduğum haber, zaten içeriğinden dolayı bir üzüntü ve öfke selini beraberinde getirirken, bir de haberin veriliş biçimi zihnimde olayı kare kare canlandırmama neden oldu. Ama en çok beni kahreden o yüzü kesilmiş bebek resmi oldu. Ne amaçla konulmuş o resim oraya? Bebek ölümlerine dikkat çekmek mi amaç?
Peki ben sağlık psikolojisi ve klinik psikoloji bilgilerimden yola çıkarak söylüyorum, böyle bir dikkat çekme biçimi işe yaramaz! Eğer bir konuda insanları uyarmak istiyorsanız, mesajı doğru biçimde oluşturmak gerekir. Bunun yolu insanlarda korku, öfke gibi güçlü duyguları fazla fazla uyandırmamak, insanları travmatize etmemekten geçer. Hem etik değil hem de mesaj amacına ulaşmaz. Travmatize olmuş insanların da toplumsal konularda birleşip hareket etmesi kolay değildir. Çünkü insan bu kadar güçlü bir mesajı yok sayar, verilmemiş sayar. Ya da “Ne yapalım burası da böyle bir ülke” gibi savunmalarla geçiştirir. Çünkü yoğun bir çaresizliktir o insanın hissettiği, korkudur.
Ben elimde bebeğim, bu haberi okurken çaresiz hissettim, öfke hissettim, korku hissettim, kaygı hissettim. “Ucuz atlatmışım o zaman ben “ dedim. Bir de böyle bir tarafı var işin. Böyle bir haber yaparsanız insanların “Oh benim başıma gelmedi ya” deme ihtimali yüksektir çünkü yoğun bir korkuya karşı bir çeşit savunmadır bu.
Yapmayın.
Zaten olayın kendisi korkunç, bir de siz bizi travmatize ederek ,harekete geçme becerimizden yoksun bırakmayın.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Yeterliliğin Ötesindeki Anne Babalar


Anne babalar çocukları için en iyisini ister. Çocuklarının iyiliği mutluluğu için çabalarlar. Onlara daha iyi bir gelecek sunabilmektir tek dertleri, bunun için çalışırlar. Hatta çoğu zaman okur ,araştırır
en doğrusunu bulmaya çalışırlar. Anne babalık serüveninde en can yakıcı olansa onların hastalandığını görmektir. Bir baba bana “ Babalık iyi de, çocuk keşke grip bile olmasa...Yüreğim dayanmıyor” demişti. Böyle zor bir şey çocuğunun sıkıntıda olduğunu görmek ancak çaresiz kalmak...
İşte bazı anne babalar var ki onlar daha çok çalışıp çabalamak, araştırıp soruşturmak zorundadırlar. Onlar sanki daha çok anne babalık yapmaları için görevlendirilmiştir.
Onlar anne babalığın ötesinde bir şeyi başarmaktadırlar. Çocuğunun canı yanarken dişini sıkan anne babadır onlar. Onlar için araştırıp soruşturmak demek sabahlara kadar internet başında farklı dillerde hastalık adı taramak, kapı kapı doktor gezmektir. Onlar için çocuğu için en iyiyi istemek demek, en iyi, en doğru doktora, sağlık kurumuna gidebilmek demektir. Onlar çocukları için giyeceği giysiyi , gideceği okulu seçmekten çok daha önemli tıbbi kararların altına elleri titreyerek imza atan anne babalardır. Onlar çocuklarının dünyayı görüp göremeyeceğini, yürüyüp yürüyemeyeceğini, kulaklarının duyup duyamayacağını diğer kaygılı anne babalarla birlikte doktorun elindeki bir listeden duyan anne babalardır. Depresyona girseler, birbirlerinden kopsalar, boşansalar, kendilerini işe güce vermiş gibi dursalar da onların aklı da kalbi de bebeklerinin sağlığına takılmıştır. Onlar “Neden benim çocuğum?” diye soramadan çocuğunun derdine derman olmaya çalışan hasta çocukların anne babaları. Onlar elleri yanakları öpülesi, sevilesi, en çok ilgiyi sevgiyi desteği hak eden has anne babalar...

10 Ağustos 2012 Cuma

Benim Çocuğum Seninkini Döver

Eskiden " Benim babam seninkini döver!" vardı çocukların ağzında.Hatırlarsanız "Bu bir hayranlık belirtisidir efendim" diyerek normalize edilirdi bu uzmanlar ! tarafından. Ay babaya hayran ne güzel...Babanın gücü dayak atabilme becerisi üzerinden sınanırken,dayak atan babayla gurur duyma hali bir hayranlik belirtisi olarak kabul görüyor.Ne oldu sahiden bu babam dövercilere?Artık pek kalmadı öyle diyen çocuklar etrafta sanki.
Bence şöyle oldu.O benim babam döver vurur kırar nesli baba dayağıyla büyüyen nesildi.Sonra onlar baba oldular.Baktılar bu dünya artık çocuk odaklı bir dünya.Çocuk ne derse o...Çocuk dünyanın hakimi olmalıdır.Cocuk ne isterse yapılmalıdır. E tabii bu arada özel okullara gönderilmeli, alışveriş merkezlerine götürülmeli, her istediği de alınmalıdır.hatta alınmalı alınmalı alınmalıdır.. Alınmak gücenmek yok ama!Sizin olmadı diye onun da mı olmasın bir oda dolu oyuncağı?Siz ezildiniz o ezilmesin efendim.Ezilmesin ama ezsin.Babasi kul köle olduğu cocuğuna kimsenin zarar vermesini ister mı?Kendi yediği dayakları oğlunun baskasından yemesini ister mi?Evde antrenmanlar baslar bu düşünceyle.Vur oğlum!Hadi cocuğum!Sana tükürürse sen de sacını cek tekme at!Ezdirme sakin kendini! Hahahah bizim oğlan var ya, okulda arkadasinı bir haslamis!
Ah Babasi ah...Baban seni dövdü ve çok büyük zarar verdi sana.Sen sakin çocuğunu dovme bu doğru birsey bravo ama çocuğunu da baban gibi dayakci yetistirirsen yarin da soyle diyeceksin: Benim cocuğum seninkini döver hatta beni de döver! O zaman vay haline!

9 Ağustos 2012 Perşembe

Ünsüz Çocuk Yetiştirebilmek



DAHA FAZLA ÜNLÜYE İHTİYAÇ YOK
Hiç biriyle uzun uzun sohbet ettiğiniz ancak onun kel, şişman ya da kepçe kulaklı olduğunu fark etmediğiniz olur mu? Hani bazen birisi “Şu kısa boylu kadın var ya” diyince “Bilmem dikkat etmedim kısa mıydı?” dersiniz de “Nasıl fark etmezsin?” diye yüzünüze bakakalır karşıdaki. Siz aksanlı kişinin konuşmasının içeriğinden ya da  koca burnunun üstündeki bir çift pırıl pırıl gözden öyle etkilenmişsinizdir ki... Size uzanıp sarılan uzun kollarındaki sıcaklıktan içtenlikten ....Aklınız tartıştğınız dünya meselelerinde kalmıştır ya da..İşte bizim şahane zihnimiz böyle bakınca bir insanın göze çirkin görünecek özelliklerini göstermez bize. Hatta olduğundan daha hoş gösterir karşıdakini.,biçimsiz burnu “karakteristik” görünür gözlere, o ağır aksanı sevimli tınılar bırakır kulaklarda.
Bunun sebebi karşıdakinin zeka, iyi niye,t samimiyet gibi özelliklerine odaklanmamızdandır ki günümüzün imaj odaklı dünyasında bu artık zor bulunur birşeydir. Görüntün neyse sanki sen de osun çünkü artık görmek demek inanmak demek!
Maalesef bu görüntü takıntısının en zordaki kurbanları çocuklar ve gençler...
Birbirlerinin görüntüleriyle nasıl da acımasızca alay ediyorlar! Amerikan Plastik Cerrahlar Birliği 2010 yılında 13-19 yaş arası 219.000 gence plastik cerrahi işlemi uygulandığını söylüyor. Gençler hayranları oldukları popüler kültür ikonları gibi güzel olmak bir yana bir de akranlarının zorbalıklarından kaçmak için bu yolu seçer olmuşlar.
Aslında hepimize yapılıyor bu zorbalık. Dergi kapaklarına, gazetelerin arka sayfalarına, internet siteleri, televizyon programlarına bir bakın.Ünlülerin ne iş yaptıkları nasıl insanlar oldukları değil de selülitleriyle kafayı bozmuş medya bize, çocuklara, gençlere nasıl mesajlar veriyor sizce? "Hepiniz bir avuç yağlı, işe yaramaz , kesinlikle çekici olmayan yaratıklarsınız! Alın şu kremden sürün şu operasyonu yaptırın da bari biraz insana benzeyin!"
Ne olduğun ne yaptığın ne başardığın içinin ne kadar sevgi ne kadar insanlıkla dolu olduğu önemli değil. Önemli olan arkanı döndüğündeki portakal kabuğu “görüntüsü”.
Ne kadar bilgili ,okuyan ,soran, araştıran biri olman önemli değil. Hatta öyle biri olmak ayıp. Gençsen “inek “ damgası yersin, yetişkinsen “fazla entel dantel” bulunursun. Çünkü aptallık para eder oldu. Hani kadınlara yakıştırılan parmağı ağzında şaşkın bir bakış bir duruş var ya... Hayırlı olsun. Erkekler ve çocuklar için de aynı şey makbul artık. Ne kadar saçmalarsan ekranda, kendini ne kadar utanılacak duruma düşürürsen o kadar “ünlü” sün.
Ancak bu dünyanın daha fazla sese ,gürültü patırtıya, allı pullu görüntülere böyle “ünlü”lere ihtiyacı yok. Bu dünyanın sessiz, ünsüz, yalın ancak özgüvenli, zeki, samimi ve sevgi dolu gençlere, çocuklara ihtiyacı var. Daha iyi bir gelecek için.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Cool Baba

Sakız sever misiniz? Ne ilginç hem çok gizli fanatiği vardır hem de "Ayy nefret ederim" diyenleri çoktur sakızın. Çocuklar şekerlisine bayılır! Anadolu'da ayıptır, saygısızlıktır karşıdakine. Kadın çiğnerse hafif kadın, erkek çiğnerse haşa yumuşak cinsten sayılır! Hele ki şakırdatmak şapırdatmak pek fenadır, kiminin sinirini hoplatır.
Ciklettir aslında diğer adı. Ama ciklet benim zihnimde farklı yerde. Kocaman, bol balonlu, şekersiz Türk sakızına benzemez.Ciklet daha şekerli, küçük ve ağızda yuvarlanarak çiğnenen, yine ağızdayken sözcükleri yuvarlaya yuvarlaya konuşmayı sağlayan bir eğlencelik...
Sanki sakızın Amerikan versiyonu.
Tıpkı bol balonlu bol şakırtılı sakızın Türk tipi muhabbeti hatırlatması gibi ciklet de Amerikan tarzını hatırlatır bana. Amerikan uyruklu ciklet bir kültür seliyle sınırlarımızdan sızıp ağızlarımıza aktı sanki. Amerikan filmlerinde NYPD ve CIA üyelerinin pilot gözlüğünün altından sırıttı bize, "Hey dostum" derken ağızda belirdi . Filmlerin starring kısmında olmalı bence. Ne bileyim Bruce Willis, Danzel Washington ve Ciklet diye gitmeli filmin sonu...Zira onlar kadar etkili bir oyuncudur bir neslin "eğitim"inde.
Modern Türk babası da bu "eğitim"den geçtiği için nasibini almıştır ciklet stilinden.
"Ciklet 101"... Ciklet çiğnerken şapırtılı Türklükten çıkıp "Hhaha" "Wow cool man"li Amerikanlığa giriş dersi.
Cip, göbek , marka ayakkabı bir de ciklete eşlik eden yukarıdan bakış, çok uzaklara kaçırılan gözler, asık surat...
İnsan bir kafeye girerken ne kadar asık suratlı olabilir? Benzin alırken? Üç kuruşa mal edilen yemeğe sırf adı olan bir restoranda yediği için dünya hesap ödediği için mi bu mutsuzluk?
Ama bunca mutsuzluğun, ezikliğin, özgüvensizliğin bir çözümü var! Ciklet...
Ağzında bir ciklet, yukarıdan bak, dalga geç.. Sahte kahkahalarınla azarladın mı bir de benzinciyi, garsonu, karını, çocuğunu, kankanı...Al sana Amerikın stayla...
Not cool man, not cool...

27 Temmuz 2012 Cuma

Bir Şişkonun Kısa Hikayesi

"Şişkooo patates yarım kilo domateeess"
Beni görünce el çırparak bu tekerlemeyi söylemeye başlıyor. Ben de "Çok ayıp" diyorum bazen, bazen "Sen kendine bak" diyorum.Kulaklarımı ellerimle kapatıyor "Duymuyorum ki" diyorum. Ben böyle yaptıktıkça kahkahalar atıyor, diğerlerine "Şişkoya bakın kulaklarını kapatıyor" diyor.
Diğerlerine de ona katılıyor. Ahmet sen de mi? Bu sessiz sakin Ahmet nasıl oluyor da kalabalıkta bir şeytana dönüşüyor anlamıyorum.
"Şişko gelsene buraya. Şimdi sen kaleye geç. Kaplarsın kaleyi zaten!"
Kalede olmak tamam da, topları çok sert atıyorlar, canım acıyor. "Çok sert atmayın ama"diyorum." Mıız mıız o zaman sen çık oyundan " diyorlar.
Çıkayım o zaman oyundan. Hem zaten nerede görülmüş bir kızın kaleci olduğu?
"Seliiinnn" diye sesleniyorum bahçenin öbür yanındaki kızlara. "Biz senle oynamayacağız" diyorlar. Erkeklerle oynadığım içinmiş. "Ama siz benle oynamadığınız için... diyecek oluyorum, "Herkes rolünü aldı.Biz Winks kızlarıyız.Sen olamazsın!" Selin ne derse o olur. Tıpkı erkek grubundaki Berk gibi.
O çıkardı şu şişko lafını.
Annem de kilolarimla dalga geçiyor, babam da, okul arkadaslarım da...
Selin'in annesi anneme "Diyetisyene götür şu çocuğu dal gibi olur dal" dedi. Annem de "Hiçbirşey olmaz bundan.Boğazını tutmayı bilmiyor ki" dedi.
Hep böyle yapar. Başkalarının yanında beni hep aşağılar. Selin'in annesi " Sen alıştırdın çocuğu.Bak benimki yemek saatini bir dakika kaçırsin, bırak abur cuburu kuru ekmek bile vermem. Geçen oyuna dalmış, yemeği unutmuş, saatlerce ağladı da bir lokma vermedim akşama kadar" dedi.
Selin ne güzel, incecik! Annem de böyle yapsa bana, incecik olur muyum?
Berk'in annesine fırsat bulur bulmaz Berk'i şikayet ediyorum.
"Ah canım...Babası tekme tokat dövüyor, yine de böyle bu çocuk" diyor bana."Akşam babasına söyleyim dövsün" diyor, "Yok yok sakın söylemeyin Güler Teyze.Şaka yapıyor o bana" diyorum.
Off yaz günü ev çok sıcak. Herkes bahçede. Çıkacağım dışarı ama beni görürmez başlayacaklar : "Şişko!Bu kiloları bakkaldan mı aldın?"
"Şişko! Okulda sıraya sığıyor musun sen?Senin yanına oturan yandı!"
Dışarı çıkmaktan vazgeçiyorum. Mutfakta kardeşimin cipslerinden çikolatalarından kesin bulurum. Bana yasak ona değil. Şu dolaptadır, değilse ötekinde...Bir oturuşta üç çikolata, iki paket de cips yedim!
Annem çok kızacak. "Ayı gibi oldun" diyecek. Babamsa "Utanıyorum senden" diyecek. Sonra belki birkaç tokat ama arkasından kesin oda cezası. ..Yatağıma kapanıp ağlıyorum. Kulağımda sesler: "Şişkooo patates yarı kilo domateeess".

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Güçsüzüm Zorbayım!

Dün gece bekar gidip evli ve çocuklu döndüğüm yazlık semtte dolanırken karşıdan gelen bir çocuk bizim babanın ilgisini çekti. Yüzünde şefkatle karışık üzgün bir ifade... Başkasının çocuğunu da seven babalardan bizim baba. "Bak" dedi bana. "Aaa bizim Barış bu!"dedim sevinçle. Yanımızdan geçerken "Barış nasılsın?" dedim. Durdu, yanıma geldi "İyiyim" dedi sessizce. "Bak Barış, bebek!Benim bebeğim!"
Gülümsedi. Bebeğin saçını okşadı hafifçe. Öyle büyük bir şefkatle baktı ki oğluma. Elimi tuttu sonra. Bizim babayı göstererek ve yine sessizce "Ben onu tanımıyorum ama" dedi. Elini uzattı, kendini tanıttı bizim baba. "Benim eşim" dedim. "Aa tamam" dedi.
"İyi akşamlar" dedik birbirimize. Barış çay servisi yaptığı minik kafeye gitti. Bizim baba alt üst...Meğer az önce çocukların Barış'a zorbalık yaptığını görmüş. Barış da küfür etmiş, uzaklaşmış.
Sessizdi Barış o akşam.
Sesi kısılması gereken o değildi oysa.Sesi kısılması gereken kimdi biliyor musunuz? Down sendromlu bir çocuğa şefkat göstermeyi bilmeyen zorba çocukların anne babalarıydı. Çocuklarına farklı olanı sevmeyi ögretemeyen anne babalar...Zorbalık kendini güçsüz hissedenin güç bulabilmek için kendinden daha zayıf gördüğüne yaptıklarıdır.
Yeterli anne babalık: Güçlü hisseden, farklılıkları bağrına basan çocuk yetiştirmektir.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Başkasının Çocuğu Benim De Çocuğum!

Haber izlemiyorum. Nedeni Türkiye'deki pornografik habercilik anlayışı...Yıllar önce "medya ve toplum" konulu bir konferansa katılmıştım. Hollandalı uzman haberciliğin etik ilkelerinden bahsetmiş, 11Eylül'de Amerika'da bazı görüntülerin yayınlanmadığını, bizdeki deprem görüntülerine çok şaşırıp üzüldüğünü söylemişti.
Hatırladığım kadarıyla o dönemde ünlü New York New York şarkısı bile radyolarda çalınmadı. Bir de bizdeki "deprem klipleri" ni düşündüm.
Bence Türkiye'de kendimizi de çocuklarımızı da televizyondan olabildiğince korumalıyız. Neden mi? Çünkü bizde etik habercilik anlayışı yok.Bazı haberciler haberini yaptıkları insanların acılarına, özel yaşamlarına saygı duymadıkları gibi, haberi izleyenin psikolojik durumuna da saygı duymuyorlar. Çiğ bir şekilde aktarılıyor olanlar. Bazı haberler ruha taciz gibi! Rusya'da okulda çocukların rehin alındığı faciayı hatırlarsınız.Saniye saniye bu görüntüler bize aktarıldı.Yıllar sonra hala anne babalar bu olaydan etkilenen çocuklarını terapiye getiriyor, kendileri de ne kadar etkilendiklerini anlatıyorlar.
Bu çocuklar hatta anne babalarının yaşadığı kötü deneyimin adı travma. Evet travma sadece bir olayın başımıza gelmesine verdiğimiz psikolojik tepki değil. Başkasının yaşadığı çaresizlik ve varlığına, kişisel bütünlüğüne tehdit durumuna da verdigimiz bir tepkidir.
Buna sekonder travma denir.
Yaşadığımız dünya ve ülke şartlarında her gün zaten küçük çapta defalarca travmatize ediliyoruz.Bir de haberlerdeki korkunç görüntüler buna eklenince ruh sağlığımızı korumak zorlaşıyor.
Ama dün farkli birsey oldu.
Ben dün İDO'da, mecburi haber seanslarına maruz kaldım. Somali'de açlıktan ölmek üzere olan çocuklardi konu. İcim yandı o görüntüleri görünce. Evet kucuk çapta travmaydi yaşadığım yeni bir anne olarak. Oğlumu emzirirken gözümün önüne açlıktan ağlayan bebekler geldi, annelerinin acılarını çaresizliklerini yüreğimde hissettim. "iyi de oldu" dedim kendi kendime. Hergün yüzlerce kötü haber arasında kaynayıp gidecekti bu haber de, eğer o görüntüler olmasaydı. Dünden beri birsey yapmanın derdine düştüm aç çocuklar için.
Belki o haberin altına "Yardım için şu numarayı arayın" yazılsa o numarayı arar az da olsa icimi rahatlatırdim. O da yoktu. Açlıktan ölen çocuk görüntüleri vardı, o kadar...
İçim rahatlamıyor dünden beri. Birseyler yapmalı diyorum. Bir kendimiz için yapıyorsak bir de dünya için... O zaman dedim ki : Yeterli Anne Babalık : Başkasının Çocuğuna Kendi Çocuğu Gibi Sahip Çıkmaktır.

20 Temmuz 2012 Cuma

Atın Bunu İçeriye!


Bir baba oğlunun hapse atılmasını neden ister?
Emniyete yolum düştü.Hızla işimizi halledip gitmek istiyoruz. Bir elimizde oğlumuz...Bir baba polisleri oyalayan bir diğer babaya “Biraz hızlı olur musunuz? Burada bebek var da...” diyor. Diğer baba ters ters bakıp “Memleket neresi gardaş?” diye işlem yapan polise soruyor. O babanın son model cep telefonu çalıyor. “Parmağı mı kopmuş? Kopsaymış! Belki akıllanırdı” diye birilerine öfke kusuyor. “Gide gele ahbap oldum emniyettekilerle!” diyor konuştuğu polise.
Oğlu “yine” kavga etmiş. Her seferinde bir şey oluyormuş, bu kez de neredeyse parmağı kopuyormuş. Bu dertli baba öyle bir cümle ediyor ki her sözcüğü kafamda çınlıyor ve kalbimi acıtıyor.
“Kaçıncı kavgası bu bizim oğlanın.İçeri atın dedim.İçeri atacak bir şey yok dediler. Bir hafta kalması benim için yeterli aslında.” Şimdi sıkı durun Baba şöyle devam ediyor “Eskiden üç dört gün atın derdim, atarlardı, artık atmıyorlar”
İçim acıdı. Oğluna babalık yapamamış, “devlet baba”nın onu disipline etmesini isteyen bir baba. Bir yanda da minik bebeğinin beş dakika bile sıkıntıya girmesini istemeyen bir baba. Belki bu baba da böyleydi oğlu minikken. Belki de çok sevinmişti bebeği olduğunda? Acaba ne oldu, nerede koptular da oğlu bu hale geldi” diye düşündüm.
Acaba bu baba “Oğlum” diye bağrına basmış mıdır yavrusunu yoksa uykusunda mı sevmiştir? Hata yapınca onu dövmüş ve sorun çözmek için tek yolun şiddet olduğuna mı inandırmıştır oğlunu, yoksa konuşarak mı anlaşmışlardır? Yere düşünce bir tokat da o mu atmıştır yoksa onu teselli mi etmiştir?
Bir baba oğlunun parmağının kopmasını, oğlunun hapse girmesini nasıl bir çaresizlik ve öfke duygusuyla diler? O baba “Dövülen köpekler ve ölü ruhlar”* daki baba modelindense geçmiş olsun. Ne baba iflah olur, ne de oğlu ıslah olur...

Nefret Ederim Kedilerden!


NEFRET EDERİM KEDİLERDEN!
İstanbul'un tarihi bir semtine yolumuz düştü. Harika surlarıyla ünlü bu semtte ara sokaklardaki ünlü köftecide yemek yemek de farz oldu. Yemek yerken yan masada kimin oturduğu, orada ne hayatlar yaşandığı önemlidir. Ya yemekten hepbirlikte zevk alınır ya da yemek herkese zehir olur. Hele ki aynı masada oturmak zorunda kalınan kalabalık mekanlarda...
O gün zar zor bulduğumuz masaya yerleşip hevesle köfteleri beklerken, yanımıza bir aile oturdu. Daha doğrusu oturma süreci oldukça uzun sürdü. Önce yüzümüze bile bakmadan “Başkalarının masasına niye oturalım?” diye bir güzel payladılar garsonu. Sonra “Bu masayı silin” lerden nasibini aldı çalışanlar. Sonra “Buraya güneş geliyor” diye şikayet etti aralarından biri. Diğeri o sırada “Çok sıcak” diyordu, berikisi “Başka yere oturalım” diye tutturdu. Aralarındaki anlaşmazlık tabi ki de onları bağlar. Ancak masada çocuklar olunca, mesele aile olunca, böyle davranışlar yavaş yavaş beni de içine çekmeye başladı.
Beni yine müdahale poziyonuna getiren ancak müdahalemi yine içimde yaşamama neden olan konuise başkaydı. Çocuk ve kedi... On yaşlarındaki çocuğun annesi, yemekleri geldikten sonra küçük bir çığlık attı: “Burada kedi var!” Çocuk hemen ardından “Neee ben çok korkarım kediden!”dedi. Annesi “Ay ben huylanırım”. Çocuk : “Anneee gidelim buradan!”
Baba garsonla yer pazarlığı yaptı ancak beğenmediler. Kedili masada kaldılar.
Kaldılar ama zavallı çocuk yediği yemekten bir şey anlamadı!
Sürekli kedi ayağına değecek mi diye kontrol etti. Bizim ayaklarımıza değecek gibi olduğunda uyarmak için “Şey, kedi!” diyerek korkan gözlerle yüzümüze baktı. Bir ara “Masaya çıkacak.Ya bir şey yaparsa?” diye telaşla bağırmaya başladı. Annesi de sürekli “Ay çocuğum huzursuz oldu” dedi ama aslında kendisi fena halde rahatsızdı.
Çocuklar, iyi rol model olunduğu zaman, olumsuz davranışı değiştirmeye meyillidir. Kediden korkan çocuk bizim kediye köfte vermemiz ve sevmemiz üstüne yüz ifadesini yumuşattı. Besleme davranışı güzeldir, şefkat uyandırır, bağ kurar. Köfte vermek istedi kediye, annesi izin vermedi. Sonra birden “Kedi ekmek içi yer mi?” dedi. Masadaki herkes “Yok canım yemez, niye yesin?” dedi. Çocuk anlamadı. “Niye yemesin ki?” Çocuk, ekmeğin yumuşak kısmını vermek istedi kediye. Onu bebek gibi beslemek istedi. Hep söylerim, “Çocuklar aslında iyidir”.
Bir yandan hoşuma gitti kediyle ilişki kurmaya çalışması bir yandan da şaşırdım on yaşındaki bir çocuğun kedilere bu kadar yabancı olmasına. Yeni yeni yürümeye başladığı zamanı düşündüm çocuğun. “Anne tedii!” diyerek kedinin peşinden koşuyor, annesi “Iyy pis eee” diyerek çocuğu engelliyor. Muhtemel senaryo bu.
O anda aklıma yine kedili bir deneyimim geldi. İstanbul'un yine kalabalık semtlerinden birinde bir kafenin dışındaki koltukta uyuyakalmış bir kedi, günün fotoğrafına konu oluyordu. Gelen geçen onu seviyor, bazıları çocuklarıyla fotoğrafını çekiyordu. Bu manzarayı gülümseyerek izlerken, iki genç kızın suratlarını ekşiterek kedinin yanından geçmekte olduğunu fark ettim. Kızlardan biri “Kediye bak. Nefret ederim kedilerden!” dedi. “Hate is a strong word” diye duyduğum bir cümle parladı kafamda. On dakika sonra yine aynı yerden geçen genç kız bu sefer de “Ay hala burda bu salak şey” diye sıkıntısını ve kızgınlığını belli etti.
Bu kadar kedi ve köpekle bir arada yaşayan insanlar olarak, çocuklara hayvan sevgisi veremememiz ne üzücü. Onlardan korkmak, iğrenmek bir yana bir de onlara öfke duymak!
Fobiler bu yazının konusu değil... Yani aşırı korku, iğrenmeyle karışık reaksiyonlar.Ki fobilerin bile bazen anne-babadan öğrenilerek edinildiğini biliyoruz.
Benim bahsettiğim kısım aslında sevgisizlik kısmı. Masada oturan ailede de, genç kızlarda da gördüğüm, huzursuzluk ve öfke hali. Bir yere sığamama, bir tür memnuniyetsizlik hali..Kendisiyle de, çocuğuyla da, yemeğiyle de, mekanlarla ve hayvanlarla barışık olamama hali...Yani nefret etme, aşırı kızma, iğrenme, aşağılama hali...”But hate is a strong word” -"Nefret güçlü bir sözcüktür"
Bilmem anlatabiliyor muyum?

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Baba, Çocuk ve Köpek

Oturduğum semt otobanda ezilen, başıboş, aç susuz gezen, hasta ve en çok hüzünlü  bakışlı köpekleriyle nam salmıştır. Orman arazisine bırakılan sahipsiz köpekler, ormandan kolayca çıkar; her gün onlarcası, kamyonların altında ezilir. Kamyonlar...Şehrin çerçöpünü burnumuzun dibine yığmaya giden ve asla kural tanımayan kamyonların şöforleri, bazısı her gün "köpek öldüren"...  O yalnız ve hüzünlü köpeklerin bir kısmı alışveriş merkezi camından beğenilmiş "Ay çok tatlııı" diyen sevgiliye veya çocuğa alınmış, hevesleri geçince çöp gibi sokağa atılmış köpeklerdir.Onlar sokağa uyum sağlayamaz ; eğreti durur geçen arabaya havlamaları, diğerlerine dayılanmaları. Diğerleriyse doğma büyüme şehirlidir, sizin sokaktan bizim sokaktan kopup gelmiş, bir avuç  memleketsizdir.. İşte bir gün bu kaldırımsız semtte ezilmeden yürümeye çalışırken bir bağrışma duydum. Bizim küpeli kulaklardan biri telaşla oraya buraya koşarak havlıyor, bir baba bağırıyor, bir çocuk da ağlıyordu.Anlamak icin yaklaştım. Baba eline birkaç tas almış köpeğe atıyor, bir yaşlı kadın bağırarak "Oğlum ne yapıyorsun!" diye engellemeye çalşıyor. Baba ise "Bize saldıracaktı!" diye panikle bağırıyor. O sırada anne ağlayan oğlunu çekiştiriyor. Yanlarından yürüyerek geçiyorum, köpeğe birşey olmuş mu, çocuk iyi mi acaba diye yüreğim ağzımda...Köpek uzaklaşıyor. Baba, anne ve çocuk arkamda yürümeye başlıyor. Çocuk ağlamaya devam ediyor. "Ne korkmuştur şimdi " diyorum içimden. Bir dönsem arkamı, elini tutsam ufaklığın "Geçti tamam" desem."Korkma ben burdayım" desem? En çok da " Ağla" demek isterdim.
"Korkan çocuklar ağlar. Rahat rahat ağla. Benim güvenli kollarımda ağla."
Birden kafamdaki düşünceler annenin bağırmasıyla kesiliyor. "Ağlama dedim sana!" Çocuk daha da ağlıyor. "Sana ağlama dedim. Beni duymuyor musun?" Çocuk çığlık atmaya başlıyor. Baba muhtemelen hala olayın şokunda, sesi çıkmıyor. Elindeki taşlarla bir "köpek öldüren" olabilirdi, hem de çocuğunun gözü önünde !Anne susmayan çocuğu için farklı bir yöntem denemeye karar veriyor. "Sulugööz. Sen hep böyle yaparsın zaten" diye dalga geçmeye başlıyor. Gerisini ne siz sorun ne ben söyleyeyim, zira bu kadari yeter.
Şehir bizi ne hale getiriyor. Ağlamaya tahammülümüz yok. Her küçük tehlikeyi canımıza kast algılıyoruz. Sürekli tetikteyiz. Kendimizi sakinleştirmek bu kadar zorken, çocuğu anlamak ve sakinleştirmeye çalışmak ne zor.
Anne babalar için üzüldüm, çocuklar için de, köpekler hatta kamyon şöforleri için de...

13 Temmuz 2012 Cuma

Yeterli Anne Babalık: Tüy Gibi Hafif Olabilmek


Atsan Atılmaz Satsan Satılmaz
Eşyalar...Evimizde kat kat, toz toz, içiçe duran, kimilerine müthiş anlamlar ithaf edilmiş kimisinin tırnak kadar değeri olmayan yine de ne atılabilen ne de satılabilen eşyalar...Kardeş gibi... Bazen ana baba, hiç doğmamış çocuk, kaybedilen arkadaşlar yerine saydığımız,”Anısı var!” olan sehpalar, masalar, kutular, biblolar... “Evde ses olsun” diye, “Oyalanıyorum canım ben de” ya da “Bu benim hobim” başlıklı savunma cümlelerinin altında ezilen sahibini teselli eden, bugün el üstünde tutulan yarın canlı canlı çöpe atılacak elektronik eşyalar... “Onda var bende de olsun” “Benim neyim eksik”lere kurban gitmiş, hırsla mağazadaki yerinden koparılmış, aslında hiç sevilmeyen, sık sık kaldırılan değiştirilen, onunkiyle bununkiyle karşılaştırılıp canları yakılan, halılar, perdeler, yatak örtüleri, danteller, avizeler...
Üstünde milyonlarca huzursuz başın yattığı yataklar, elinde kumanda içinde dert olanların sızdığı kanepeler...Yastıklar, yorganlar, vitrinler, çeyizlik tabaklar, şerbetlik bardaklar, hatta kitaplar...”Bugün okurum, yarın bakarım”ların arasında sararmış, okunmamaktan çirkinleşmiş, yüzüne bakılmaz olmuş kitaplar...Bir köşeye atılmış gazeteler dergiler...”Bugün bunu giydim yarın asla giyemem”, “En güzel ben olayım” la kirletilmiş görüntümüze katkıda bulunan ojeler, rujlar, kremler, renk renk, kumaş kumaş, desen desen yetersizlik, yalnızlık, özgüvensizlik taşıyan elbiseler, ceketler, pantolonlar...
Eşyaların içinde biriktirdiğimiz alıp başımızı gitmemize engel, yüreğimizde kilit, ayağımızda pranga hayatlarımız... Geçmişin yükü sırtımızda, salyangoz misali ilerleyişimiz....
Bu kadar yükle yaşarken bir de çocuk eklenince...Biberonlar, bezler, emzikler, pusetler,oyuncaklar...Ağır duygular,ağır deneyimler, ağır sözler, ağır ağır giden yaşantımızda...
Öyle bir kılıf bulmuşuz ki mutsuzluğumuza, yalnızlığımıza, yetersizliğimize acınacak halimize.Kılıf içinde yaşadığımızı fark edemeden, hoop beyaz bir kılıfa...
 Aklımız da ferah olsa, kalbimiz de, evimiz de...Nasıl olur? Arkasına saklanmasak eksikliklerimizin de göğsümüzü gere gere yalınlığımızla övünsek? Tüy gibi hafif anne babanın, yumuşacık çocukları olsa çocuklarımız?
Acısını tutturarak, inat ederek, durmadan isteyerek, alarak alarak alarak gösteren bir çocuk olmasa içimizdeki, elinden tuttuğumuz çocuk da sakinleşir mi?

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yetişkinler! Büyüyünce Ne Olacaksınız?

“Büyüyünce ne olacaksın?”

Çocuklara sorulan en klasik sorudur değil mi? Miniklerin cevaplarını dinlemek beni hep keyiflendirmiştir. Astronot, dansöz, dondurmacı, topçu, kamyon şoförü, ressam, pilot hatta roket adamı...
Aslında bir taraftan da bu cevaplar beni biraz hüzünlendirir. Aklıma gelen iki sorudur beni hüzünlendiren. İlk merak ettiğim, acaba nereden öğrenirler büyüyünce “ne” olacaklarının yapacakları işle belirlendiğini? O malum sorunun cevabının bir meslek adı olması gerektiğini nereden bilirler? İkincisi, o çocukların kaç tanesi hayal ettikleri mesleklere sahipler şu anda? Mesela siz, küçükken bu soruya ne yanıt verirdiniz? Nasıl bir hayatınız olacağını düşünürdünüz? Şimdi nasıl bir hayatınız var? Nereye gitti o çocuk?
Çok şey değişti biliyorum çocukluktan bu yana. Ancak değişmeyen bir şey var! Hala çoğumuz  çocuklukta bize sorulan sorudaki gizli  dayatmayla birlikte yaşıyoruz.  “Ne” olacağımız “ne iş yapacağımız”la aynı anlama gelir! “Ne olacaksın?” sorusuna Türkçe kurallarına uygun cevaplardan biri: “İyi bir insan olacağım” olabilir. Ya da “Mutlu bir insan olacağım” da pek tabi ki verilebilecek yanıtlardan biridir. Yanıtın dilbilgisi kurallarına uygunluğunda bir sorun yok ; bakınca soru ve yanıt arasında mantık hatası da görülmüyor. Ancak demek ki bu soruyu kurgulayanın mantığında bir kısa devre oluşmuş! Birileri, bozulmuş mantığına uymayan bir cevap veren çocuğu “Onu sormuyorum yani ne iş yapacaksın?” diye bir güzel paylar değil mi? Bence çoğumuz  bu paylanmalardan nasibimizi aldık. Hayatla ilgili bir çok hatalı düşünceyi, çok küçükken azarlanarak, eleştirilerek, küçük gören gülümsemelere maruz kalarak oluşturduk.
“Ona öyle denmez” “O öyle yapılmaz” “Öyle mi cevap verilir? “Aaa böyle mi davranıyorduk?”
Çocuklar,  gün içinde okulda, evde kimbilir kaç kez, kendi fikirlerinin önemsiz ve saçma olduğuna ikna ediliyorlar. Bir araştırma sonucu çocukların büyüme süreçlerinde “Hayır” veya “Yapma” sözcüklerini 148000 kezden fazla duyduğunu söylüyor! Buna karşılık çok az sayıda “Evet” yanıtı alıyorlar. Farkında olmadığımız bir şey var: biz bu çocukların büyümüş haliyiz! Fikri sorulmamış, en zekice cümlesiyle alay edilmiş, “terbiyeli” görünmek uğruna özgüveninden taviz vermeyi öğrenmiş, “ayıp”la “elalem ne derle” “elalem” için yaşar olmuş... Hayatından memnun olmayan, sürekli şikayet halinde olan  ancak hiçbirşey yapamayan, çocukluğundaki eleştiren anne-baba-öğretmen-komşu teyzenin yerinde yeller esse bile, aklında eleştiren seslerle yaşayan, kalbinde yapamadıklarının acısını taşıyan... “Ben yapamadım çocuğum yapsın” diyerek farkında olmadan aynı sistemin içine çocukları da çeken... Çocuğunu kendi arzuları, ihtiyaçları olan birer birey olarak kabul edemeyen...
 Her çocuk “başarılı” olur. Ama başarısı bizim başarı ölçütlerimize bir türlü uymaz.  Uymaz çünkü biz çocuğun  hangi alanda yetenekli ve hevesli olduğuyla değil hangi alanda başarısız olduğuyla ilgileniriz. En çok da matematik, fizik, kimya gibi derslerden alınan puanlardır bizi kah güldüren kah bunalımlara sokan. Çünkü biz iddia ettiğimizin tersine çocuğumuzun bizim gibi olmasını isteriz. Ne istediğini bilmeyen, istemediğine emin olduğu bir hayatta sıkışıp kalmış ve çocukken  kalbine sokulan çaresizlik, küçümsenmişlik hissiyle tüm yaratıcılığını yitirmiş...
En yaratıcı fikriniz nedir bana söyler misiniz? En çılgın düşünüz nedir? En son ne zaman çok inandığınız bir fikriniz oldu? En son ne zaman başkalarının fikrini alıp körü körüne inanmak yerine, orijinal bir fikir geliştirdiniz ve bunun ateşli savunucusu olabildiniz? İtiraf edelim, bir çok yetişkinin bu sorulara vereceği yanıt  hiç de iç açıcı olmayacaktır.
Ancak  çocuklar  bizim yapamadığımızı yapabiliyorlar!İnatla düşüncelerini savunuyor, durmadan birşeyler yaratıyor, üretiyorlar! Onlara hiç durmadan işe yaramaz şeyler öğretmek yerine, onlardan birşeyler öğrenmeye çalışsak nasıl olur?
Belki de daha büyüyünce ne olacağımıza karar verecek kadar büyümedik henüz. Hala fırsatımız var birşeyleri değiştirmeye. Unutmayalım: “Büyümenin yaşı yok” !

8 Temmuz 2012 Pazar

Kadınlar, Spor ve Çocukluk Üzerine


BİRİNCİ KISIM: KADINLAR NEDEN SPOR YAPAMAZ?
“Zamanım yok spor yapmaya!”, “Bu yaştan sonra yüzmeye mi başlanır, zamanında yapacaktım”, “Aslında gidecektim ama çok trafik vardı” “Bu yorgunluğun üstüne bir de tenis maçı mı?!”
Şehirli ve modern kadınların spor söz konusu oldu mu suçlulukla karışık biraz öfke biraz da isyanla sarf ettiği cümleler bunlar. Hatta “Şu işler bir bitsin. Hemen başlayacağım”. Bana bir özür cümlesi gibi gelir. Spor yapmanın önemini bildiğimiz ve kendimizi ne kadar ihmal ettiğimizi fark ettiğimiz için kendimizden mi özür diliyoruz? Yoksa spor yapmayı “moda” sanan ve aslında kendi değerinin bile pek de farkında olmayan bazı hemcinslerimizin fena bakışlarına maruz kalmayı engellemek mi bu özürdeki amaç?
Kadınlardan beklenenler, belki de hiçbir yüzyılda bu kadar fazla olmamıştı. Şehrin yorucu temposuna uyum sağlamaya çalışırken hem başarılı, hem güzel , hem sosyal, hem de bakımlı olmamız bekleniyor. İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir çalışan olmak zaten sanki sorgulanmaması gereken, nedense çoktan kabul edilmiş bir durum. Bunun farkına varıyor vargücümüzle hem sosyal, hem de güzel olabilmek için kurslara, spor salonlarına yazılıyoruz. Peki sonuç? Kaçımız devam edebiliyor avuçla para döktüğü kurslara? Sonra yapamadıklarımızın pişmalıkları şu minik, sevimli, her derde deva antidepresanlar olarak çıkıveriyor karşımıza.
Tabi ki de zamansızlık, yorgunluk, trafik, enerjisizlik hatta çocuklar, aileler, projeler yolunuzun önünde küçük tepecikler oluşturuyor ve spora giden yol her gün biraz daha zorlaşıyor. Haftasonları da dünya iş yükü olan kadınları, ormanda veya sahilde yürüyüş, bisiklet yaparken görme ihtimalimiz de malesef erkeklere göre daha düşük.  Peki günlük hayat koşuşturması dışında, sporu ertelememizin dolayısıyla kendi sağlığımızı her seferinde ikinci üçüncü plana atmamızın başka sebepleri de olabilir mi?  Ben bu duruma birkaç hikayecikle farklı açıdan bakmanızı önereceğim şimdi.

İşte ilk hikayecik:
Spor Erkek İşi Mi?
Altı yaşından oniki yaşında kadar basketbol meraklısı bir kız çocuğuydunuz. Beden eğitimi derslerini iple çekiyordunuz. O derslerde erkekler sizi aralarına almak istemezdi. Kızlar da genelde erkeklerin maçlarında tezhürat yapar ya da aralarında “kız oyunları” oynardı. Ama olsun siz basketbolu öyle severdiniz ki, bunları umursamaz, top sırası size gelsin diye beklerdiniz. Hatta aileniz bir yolunu bulup sizi okul dışında kurslara da gönderiyordu. Basketbol dışında kalbinizin hızlı hızlı çarpmasına sebep olan bir şey daha vardı, o da çok hoşlandığınızı şu basketbolcu çocuk... Bir gün hani şu sıska, tek ilgi alanları tokalar, çantalar, barbieler olan kızlardan duyuyorsunuz ki, bu çocuk “Basketbol oynayan kızlar erkek gibi oluyor” demiş! O gün yine kalbiniz hızlı hızlı çarpıyor ama kırgınlıkla, üzüntüyle...Eve gidince anne babanıza “Ben gitmiyorum artık kursa, bir daha basketbol oynamayacağım.” diyorsunuz. Şanslıysanız anne babanız bunun nedenini sorgular ve sizi böyle bir şeyin olmadığına, hayatta insanın neyi seviyorsa onun peşinden gitmesi gerektiğine ikna eder. Değilseniz, basketbol hikayeniz orada öylece kalır.
Görüyorsunuz, küçük yaşta toplumun cinsiyetlere atfettiği rolleri nasıl da benimsiyoruz. Onlara sadece pembe, küçük , pasif dünyalar layık görülmüş olan bir grup ergenliğin eşiğinde minik kadın ve erkek-kadın rollerini toplumun değer yargılarıyla içselleştirmiş, bir erkek çocuk, basketbol hayatınızı bitirdi! Şimdi “Çok kaslı olmaktan” “Erkek gibi görünmekten” ödü kopan bir kadın olmanızın bu anınıza dayandığının belki de farkında değilsiniz. Bazı düşünce kalıplarını çocukken ediniriz, bir kere yerleşti mi bu yanlış kalıplar, kolay değişmez. Kadınlar olarak yüksek sesle konuşmaktan, hakkını savunmaktan, aktif olmaktan da aynı gerekçeyle uzak durabiliyoruz.
Belki de siz hala futbol oynamak, basketbol oynamak istiyorsunuz! Ama bu isteğinizi öyle bir bastırmışsınız ki, sporun hiçbir dalına artık yanaşamıyorsunuz. Olamaz mı?

Yazının devamı gelecek

6 Temmuz 2012 Cuma

Eğitimlerimden Notlar www.hamileveanne.com'da!

http://www.hamileveanne.com/2012/03/30/mukemmel-anne-misiniz-yeteri-kadar-anne-mi/

http://www.hamileveanne.com/2012/05/14/yeterli-anne-babalik/



Peki Ya Sizin Karneniz Nasıl?

Karne zamanı geldi. Dün eve hayal kırıklığıyla giden de vardı, korkuyla da sevinçle de… Dün birçok ebeveyn çocuğunu ya direkt azarladı, eleştirdi ya da dolaylı yoldan… Kimileri umurunda değilmiş gibi yaptı. Belki de kimileri kendi çocukluklarını, kendi karne zamanlarını hatırladı. Bazıları umutsuzluğa kapıldı, “Bu çocuktan adam olmayacak” diye düşüncelere daldı. Peki okul başarısızlığının arkasında yatan nedenleri kimler düşündü? Acaba hiç, çocukla kurduğumuz ilişki biçiminin onların okul hayatlarını direkt etkilediği aklımıza geldi mi?
Acaba çocukların ebeveynleriyle güvenli bir bağlanmayı gerçekleştirip gerçekleştirememelerinin okul başarısıyla bir ilgisi olabilir mi? Bu soruyu merak eden araştırmacılar son yıllarda konuyla ilgili birçok araştırma yapmışlar. Güvenli bağlanmayı kısaca bakım veren kişinin çocuğunun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına doğru zamanlamayla doğru şekilde yanıt vermesi, onunla sıcak, tutarlı bir ilişki kurması olarak özetleyebiliriz. Aslında formülasyon basit: Bakım veren (genelde anne-baba) kişi ve çocuk arasında böyle bir ilişki varsa, çocuğun araştırmaya, öğrenmeye daha açık olması beklenir. Örneğin anneleriyle güvenli bağlanma gerçekleştirebilmiş çocukların okul öncesi dönemde daha meraklı çocuklar oldukları, yaşıtlarıyla daha kolay empati kurabildikleri ve güvenli bağlanamayan çocuklara göre özgüvenlerinin daha yüksek olduğu bulunmuş.
Ayrıca başka bir çalışmada bu çocukların altı yaşından itibaren okulda arkadaşlarıyla daha olumlu ilişkiler kurabildikleri sonucu ortaya çıkmış.
Yine bebekler ve okul öncesi yaştaki çocuklar arasında, güvenli bağlanan çocukların daha sofistike sembolik oyunlar oynadığı, çevrelerini daha aktif araştırdıkları, oyuna daha aktif katıldıkları ve bir işle daha uzun süre kalabildikleri görülmüş. Güvensiz bağlanmayı deneyimleyen çocukların, başarı konusunda motivasyonlarının düşük olduğu hatta oyuncaklarla oynarken bile amacına göre oynayabilme becerilerinin düşük olduğu bulunmuş.
Peki bu durum okul başarısını nasıl etkiler? Okulda kendisini rahat ve güvende hissedebilen, başı sıkışınca, anne-babasının ona kucak açacak güvenli bir bölge olduğu fikrini zihninde taşıyan çocuk elbette daha kolay öğrenir. Bu çocuk kendisiyle ilgili de daha olumlu düşüncelere sahiptir. Arkadaşlık ilişkileri daha olumlu gelişmiştir. Genel stres ve kaygı düzeyi daha düşüktür.Tam tersini düşünelim. Genelde kaygılı ve stres altındaki bir insana bir şeyler öğretmek mümkün müdür? Bazı çocuklar gerçek bir tehlike olmasa bile kaygılıdır, bu nedenle dikkatleri dağınıktır. Kendilerini, eşyalarını iyi organize edemez, zamanı iyi kullanamazlar. Kafaları karışık, dalgın çocuklar ve/veya aşırı hareketli, amaçsızca koşuşturan çocuklar olabilirler. Bu çocukların sınıfta dersi dinlemeleri çok zordur. Evde ders çalışmak da onlar için sıkıntılıdır çünkü kendilerini sakinleştirme becerisinden yoksundurlar. Odalarında tek başlarına bırakırsanız mutlaka yanınıza gelmek isteyeceklerdir. Birlikte çalışmak ise işkence gibidir çünkü sizi hareketliliği, dalgınlığı ve kısa dikkat aralığıyla çileden çıkarabilirler.
Bu durumun herhangi bir öğrenme güçlüğü ve DE/HB(*) gibi bir durumla karıştırılmaması önemlidir. Böyle bir durum söz konusuysa, onun gelecekte iyi bir üniversiteye girip giremeyeceğini düşünmekten çok, çocukla aramızdaki ilişkinin kalitesini gözden geçirmek işe yarayacaktır. Zira üniversite dönemindeki öğrencilerin bile, ebeveyne güvenli bağlanma süreçlerinde eksiklikler varsa, not ortalamalarının daha düşük olduğu bulunmuş!
Biraz sorgulama zamanı şimdi. Kendi anne-baba karnemize bir bakalım. Bu karnede kocaman yer kaplayan “ilişki” kısmını bulalım. Kaç veririz notumuza?
Çocuğumuzu sakinleştiremiyor hatta onda daha çok kaygıya sebep oluyor olabilir miyiz? Dersler konusunu kafamıza fena takmış, çocukla neredeyse başka hiçbir şey konuşmuyor olabilir miyiz? Okuldan gelir gelmez ilk sorumuz “Günün nasıl geçti? Nasılsın?” yerine, “Ödevin var mı? Ellerini yıka, yemeğe otur!” olabilir mi? Onun dersten, belki de sizden kopmuş davranışlarını “umursamazlık” olarak algılayıp iyice sinirleniyor olabilir miyiz?
Çocuğun asıl derdinin ne olduğunu anlamaya çalışmak yerine akademik başarısızlığın sebebinin organik bir rahatsızlık olduğu veya çocuğun tembelliğinden kaynaklandığını düşünmek, ilişki sorunlarına müdahale etmeden hiçbir işe yaramayacaktır. Klinik deneyimlerim, bir dönem derslerinin neredeyse hepsinden kalmak üzere olan çocukların, kendileri ve ailelerinin psikolojik destek alması sonucu okul başarılarının nasıl arttığını gözlemlememi sağladı. Evet, başarısızlığın altından da ilişki problemleri çıkabilir. Başarısızlığın sebebi, dünden bugüne yaptıklarımız değil, doğduğu günden bugüne bir türlü doğru kuramadığımız ilişkimizdeki problemler olabilir. Bu nedenle her zamanki gibi önce sağlıklı bir ebeveyn çocuk ilişkisi için çabalamak gerekir. Sonrasında okul başarısı da gelecektir.
(*) DE/HB: Dikkat eksikliği / Hiperaktivite bozukluğu

NTV'de Cumartesi'deyim

http://tvarsivi.com/studyo-konugu-uzman-psikolog-pinar-mermer-ile-calisan-annelerin-cocuklarinin-karsilasabilecekleri-so-28-04-2012-izle-i_2012040885474.html

Kalp Atışı Babaları

Günümüz çocuklarının bir şeylerden hemen sıkıldığını, bir işi sonuna kadar götüremediklerini, başarmak için mücadele etmediğini söyler dururuz değil mi? Dikkatlerinin dağınık olmalarının yanı sıra ”sebat etme” becerilerinin de eksik olması da bu sorunun sebeplerindendir.
Peki size böyle davranışların geliştirilebileceğini söylesem? Tabi ki yine tavsiye ve formül vermeyeceğim. Yine bir ilişki biçiminin öneminden bahsedeceğim. Hem de baba-çocuk ilişkisinin!
Popüler psikoloji kaynaklarının birinde, yeni bir araştırmayla ilgili bir haber gözüme ilişti. Babalar gününün yalnızca iki gün öncesinde yayınlanan bir çalışmadan bahsediliyordu. Haberin başlığı “Sebat etmek, babalardan öğreniliyor!”du. Amerika’da yayınlanan Journal of Early Adolescence dergisindeki bir araştırmanın sonucu bunu bize söylüyor. “Herkes size hayır derken, siz sebat ediyor ve umut taşıyorsanız, bunun için babanıza teşekkür edebilirsiniz” diyor haberde.
Brigham Young Üniversitesi’nden araştırmacılar yüzlerce aileyi dört yıl boyunca incelemişler. Babalar ebeveynlik biçimleriyle ilgili soruları yanıtlarken, 11-14 yaş arasındaki ön ergen ve ergen çocukları okul performansları ve amaçlarına ulaşabilme konusundaki anketleri yanıtlamışlar, üstüne video yoluyla bilgi toplama çalışmaları yapılmış.
Sonuçta demokratik ve dengeli ebeveynlik biçimi gösteren babanın çocuklarının sebat etme becerisi gösterdiği, bu becerinin yüksek okul başarısı ve daha az olumsuz davranışla ilişkili olduğu bulunmuş.
Yine aynı araştırmada katı ve otoriter ebeveynlik tarzına sahip olan babaların daha az sebat eden çocukları olduğu bulunmuş!
Annelerin de bu konuda etkili olduğunu söylemiş araştırmacılardan Randall Day. Ancak ergenlerin kendilerini nasıl algıladıkları ve hayatlarında ne kadar sebat edebilen bireyler olduklarının  demokratik ve dengeli babalık biçimiyle ilgili olduğunu da eklemiş.
Araştırmada bu babalardan, “kalp atışı babaları” olarak bahsedilmiş. Bu ismin nedeni bu babaların çocuklarıyla tutarlı bir şekilde olağan günlük etkileşimlerini sürdürmesi. Yani kalp atışı kadar tutarlı ve düzenli olmaları…
Araştırmacılar bu çalışmanın, babaların çocukların öz düzenleme ve öz saygı için ne kadar önemli olduklarına dair sayısı gittikçe artan çalışmaların bir yenisi olduğunu olduğunu söylüyorlar. Babaların belli değerleri çocuklara öğretmede daha etkili olmalarının sebebi ise toplumun baba rolünden beklentilerinin bu yönde şekillenmesi.
Peki ne gerekiyor çocuklara bu değerlerin verilebilmesi için? Araştırmacılardan Laura Padilla-Walker’a göre, etkin babalar, çocuklarını dinleyen, çocuklarıyla yakın bir ilişki kuran, gerekli kuralları koyabilen ve aynı zamanda gerekli özgürlükleri sağlayabilen babalar. Yani demoktratik-dengeli ebeveynlik aslında böyle bir şey. Ne çok serbest ne de çok katı.
Amerika’da durum böyle, peki ya Türkiye’de? Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yapılan bir çalışmanın sonucunda, ergenlik çağındaki temel stres kaynağının, ebeveynlerin çocuk yetiştirme tutumları olduğu bulunmuş. Araştırmacılar, otoritenin tamamen elden bıraldığı ebeveynlik tarzının veya baskıcı, aşırı otoriter ve tutarsız ebeveynlik tarzlarının, çocukların intihar davranışlarının da içinde bulunduğu birçok olumsuz davranışa sebep olduğunu söylüyorlar.
Bu iki araştırma bize, çocuk yetiştirirken yalnızca annenin değil, babanın da çok önemli bir rolü olduğunu gösteriyor. Hatta istenen davranışları kazandırma, istenmeyen davranışları engelleme konusunda babaların etkilerinin ne kadar büyük olduğu vurgulanıyor.
Dünyanın birçok ülkesinde babalar boşanma, yoğun çalışma saatleri veya yanlış ebeveynlik inançlarına sahip oldukları için çocuklara yeterince ve tutarlı ilgi gösteremiyor. Bu nedenle dünyada “babasız” bir nesil yetişiyor. Babaların kendi önemlerini kavramaları, yalnızca kendi çocukları için değil, dünya için de önemli bir adım olacaktır.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Seviyorsan Varım, Sevmiyorsan Yokum!


SEVİYORSAN VARIM, SEVMİYORSAN YOKUM!
Bir eğitim grubunda ebeveynlere seslenen konuşmacı ilk sorusunu soruyor: “Kaçınız anne babası tarafından sevilen bir çocuktu?” Salondaki eller bir bir yükseliyor. Bunun üzerine konuşmacı ikinci sorusunu soruyor: “Peki kaçınız anne-babası tarafından sevildiğini hissetti?” Salonda bir huzursuzluk...Yalnızca birkaç el kalkıyor. Bilmek ve hissetmek farklıdır. Ebeveynlerimiz bizi onaylarak, ihtiyaçlarımıza zamanında ve uygun şekilde sevgiyle karşılık vererek, zorluklarda yanımızda olarak, çabalamamızı takdir ederek, bizimle gözgöze ve fiziksel temas kurarak bizi sevdiklerini hissettirebilirler. Bunun dışında her istediğimizi yapmaları, donuk bir tavırla fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılamalarının bir anlamı yoktur.

Çocuklar sınırlarını test etmeyi severler. Onlar için becerilerini sonuna kadar sınamak ve ne kadar kabul gördüklerini anlamaya çalışmak müthiş bir araştırma alanıdır. Bu süreçte anne-babanın cinlerini kolayca tepelerine çıkarabilecek davranışlarda bulunurlar. Anne-babaların böyle durumlarla baş edebilmek için yüzlerce taktiği vardır. Bu taktiklerin bazıları oldukça gelişmiş düzeydeyken bazıları “en benim” diyen anne-babanın bile zaman zaman düştüğü kocaman bir yanlışlar zincirini içerir maalesef. Dikkat edersek bu zinciri başlatanın bazı cümleler olduğunu fark ederiz.
Her gün onlarca çocuğa söylendiğini duyduğumuz, nedense yetişkinlere hiç söylenmeyen cümlelerdir bunlar. Özellikle bizim coğrafyada “Böyle yaparsan seni sevmem!” ilk sırada yerini alır. Söz konusu yüzümüze dik dik bakan bir yumurcak olduğunda otomatik bir tepkidir verilen. Otomatiktir yani düşünerek verilen bir tepki değildir. O sırada onu sevmeyeceğimizi haykırdığımız insan da karşımızdaki ufaklık değildir .
Çocuğun davranışıyla tetiklenen şey aslında anne-babanın geçmişteki, kendi çocukluklarındaki acı tecrübeleridir. Yani bilinçdışımızda yaşayan ve ne zaman nasıl ortaya çıkacağını bilemediğimiz geçmişin hortlaklarıdır bize böyle cümleleri söyleten. İşte o anlarda duygusal açıdan kör ve sağır oluruz. Bütün enerjimizi hortlaklarla mücadeleye harcarken çocuğun ne durumda olduğuyla ilgilenecek halde olamayız. Onu kaygı, korku dolu bakışlarıyla yalnız bırakırız. Bir cümlemizle çocuk denen hızla büyüyen ve gelişen organizmanın bütün mekanizmasını bozduğumuzu fark etmeyiz. Çünkü kendi sistemimizin bozuk tarafıyla başbaşayızdır.
Çocuksa o anda müthiş bir mücadele içine girmiştir. Hayatının en önemli mücadelesidir bu: var olma mücadelesi. Çocuk varlığının bir yetişkine bağlı olduğunu dünyaya geldiği ilk andan itibaren hisseder, bilir. Fiziksel ihtiyaçları karşılansa bile duygusal ihtiyaçları es geçildiği zaman, sevilmediği zaman, “yok sayıldığı” zaman, o da kendini “yok” sayacaktır.
Bu hissi anlamak için biraz hayal gücü kullanalım. Kendinizi çok kalabalık bir pazaryerinde hayal edin. Herkes yüksek sesle birbiriyle konuşuyor, sizin hakim olduğunuz bir dil değil bu. Bazı sokaklarda tabelalar var, bazıları ise labirent gibi. Elinizde küçük bir harita var ancak o da parça parça çizimler içeriyor. Birilerinden yardım almaya karar veriyorsunuz. “Pardon bakar mısınız?” Kimse dönüp bakmıyor. Sesinizi yükseltiyorsunuz, “Pardon! Hanımefendi! Beyefendi!”
Sizi görmüyor ve duymuyorlar. Birinin kolunu tutuyor “Bana yardım eder misiniz? Kayboldum!” diyorsunuz, o ise anlaşılmaz birşeyler söyleyerek yanınızdan uzaklaşıyor. Avazınız çıktığı kadar bağırıyor ancak kimseye sesinizi duyuramıyorsunuz. İyiden iyiye paniklersiniz değil mi? Siz yokmuşsunuz gibi davranıyorlar! Oradan asla kurtulamayacağınızı düşünürsünüz. Bir o yana bir bu yana koşar bir yandan da birinin bizi duyması ümidiyle bağırırsınız, yakaladığınız insanları var olduğunuza inandırmaya çalışırsınız. Çıkış yolunu bulamadıkça oryantasyonunuz bozulur. Kesinlikle birinin yardımına ihtiyacınız vardır ancak oradakiler sizin var olmadığınızı düşünmektedir. Burada yapayalnız öleceğim diye düşünmeye başlarsınız.
İşte çocuk sevilmediğini hissettiği zaman böyle bir kabusun içinde bulur kendini. Onun için sevilmeme ihtimali varlığına aldığı öyle büyük bir tehdittir ki... Zaman zaman çok öfkelendiğinde size haykırır : “Sevmicem işte seni artık!”.
Tabi ki de otomatik cevaplarımız hazırdır! “Sevmezsen sevme”, “Ben de seni sevmiyorum!” “Sen ne kadar da kötü, nankör bir çocuksun!”
Zaten yolunu kaybetmiş, kendi öfkesinden korkmuş çocuğa verdiğimiz bu yanıtlarla, yol tabelalarını bir bir kaldırmış oluruz. Çıkmaz sokaklarla dolu bir labirentin içine birlikte girmiş oluruz. Oysa yapmamız gereken ona bu dünyadaki var olma mücadelesinde rehberlik etmektir. Ancak tam tersi, çocuk bizim kendisinden daha çaresiz, daha öfkeli , daha kaybolmuş halimizle karşı karşıya kalır . Üstüne gider anne babanın, ağlar, bağırır, susar, içine kapanır, kendine zarar verir, kardeşine vurur, oyuncakları fırlatır. Anne baba ise “Gözümün içine baka baka aynı davranışları sürdürüyor. Bu çocuk benim inadıma yapıyor” diyerek tepkilerinin dozunu arttırır. Zaten o an her iki tarafta da mantık kalmamıştır. Anne babanın hortlakları çocuğu da esir almıştır. Çocukla çocuk olunmuştur o an. Ortada bir yetişkin dolayısıyla çocuk için güvenilir bir rehber yoktur. Bu nedenle çocuk çaresizce etrafta dolanır, bir türlü sakinleşemez ve aslında ne yaptığının farkında bile değildir. Anne baba onun “dikkat çekmek için” böyle davrandığını düşünür ve iyice geri çeker kendini.
Bu durum sık sık tekrar eder. Çocuk sonunda sizden vazgeçer çünkü size güvenmiyordur. Öfkeli bir çocuktur artık o, sakinleşemez. Onun “Seni sevmiyorum” diye en ufak bir konuda bile isyan etmesi için çevresinde olmanız yeterlidir. Anne baba da bu olumsuz davranışları yüzünden çocuktan umudu keser. Yani baştaki cümle, bir kehanet gibi gerçekleşmiştir :“Böyle yaparsan seni sevmem!”.
Eğer bu senaryo size korkutucu geliyorsa bunu engellemek için yapabilecekleriniz olduğunu unutmayın. Bugünden itibaren ilk yapmanız gereken dinlemeyi denemek. Önce kendimizi. Kriz anlarında ortaya çıkan hatta krizlerin çoğuna çanak tutan kırılmış, görülmemiş, onaylanmamış tarafınızı dinleyin. Bir çocuk olarak yeterince sevildiğinizi hissedebildiniz mi? Böyle hissetmediyseniz geçmişin hortlakları da onlarla yüzleşmedikçe peşinizi bırakmayacaktır. Önce içinizdeki çocuğun yaralarını sarmaya bakın. Ancak bunu yapabildikten sonra çocuğunuzu duyabilecek, görebilecek hale gelecekseniz yavaş yavaş. Çocuğunuzun neye ihtiyacı var? Size ne demek istiyor? Neden böyle davranmış olabilir? Bu soruları kendinize de her fırsatta sorun. Benim neye ihtiyacım var ? Neden böyle tepki vermiş olabilirim?. İçinizdeki kırılmış çocuktan kaçmak yerine onu sıkı sıkı tutup hak ettiği gibi severseniz çocuğunuzu hak ettiği gibi sevebilirsiniz. İşte o zaman çocukla çocuk olmaktan korkmayın. Yetişkin yanınızı unutmadan...Birbirini saran ve birbirine iyi gelen iki çocuk...

22 Mayıs 2012 Salı

Yeterli Anne-Babalık: Seyirci Etkisine Karşı Durabilmektir

Bystander Effect- Seyirci Apatisi: Toplumsal Duyarlılık Testi
 Yalnızca bizim çocğumuz, bizim sevdiklerimiz, bizim yakınımızdaki insanlar mı önemli bizim için? Yalnızca kendi canımız yanınca mı sesimizi çıkarırız? Başkasının çocuğunun başına olmadık şeyler gelirken, "Çok şükür bizde öyle bir şey yok" diyip geçip gidenlerden miyiz? Öyleyse Kitty'nin hikayesine bir göz atın.
Yirmi dokuz yaşındaki Kitty Genovese, 13 Mart 1964 gecesi, New York'taki apartman dairesinin 30 metre ilerisindeki otoparka arabasını park etti. Arkasında duran Moseley'i fark ettiğinde kaçmaya başladı. Moseley, Kitty'yi iki kere sırtından bıçakladı. Çığlıkları duyan bir komşu camdan “Kızı rahat bırak “ diye bağırdı. Bunun üzerine Moseley kaçtı. Kitty apartmanın kilitli olan arka kapısının önünde yarı baygın yatıyordu. On dakika sonra arabasından aldığı şapkayı takan Moseley, etrafı tarayarak Kitty'yi aramaya koyuldu. Onu buldu, tekrar tekrar bıçakladı ve ona tecavüz etti. Bunu gören bir kişi polisi aradı ve polis birkaç dakika içinde geldi. Kitty hastaneye giderken ambulansta öldü. Moseley, cinayeti “sırf öldürmek için” işlediğini söyledi. Bunun dışında iki cinayet daha işlediği ortaya çıktı.Gece karısıyla yattığı yataktan kalkıyor ve kendine sokaklarda kurban arıyordu. Onun psikiyatrik rahatsızlığı olduğuna karar verdiler. Aklı, vicdanı kaybetmiş bir hasta...
38 kişiden bahsedilir bu olayda; suç ortağı olarak. Olayı duyan, gören ve “Nasıl olsa birisi yardım eder” mantığıyla hiçbirşey yapmayan...Bu insanların yasalara uyan, iyi vatandaşlar oldukları söylenir.
Bunun üzerine sosyal psikologlar bu konuyu araştırmış ve bu durum için bir isim bulmuşlar “Bystander Effect” - Seyirci Apatisi. İşin kötü tarafı, çevredeki görgü tanığı sayısı arttıkça “Bystander Effect”in daha yoğun yaşandığı bulunmuş. Yani etraftaki insan sayısı arttıkça “Ben yardım etmezsem başkası eder” , “Kesin birisi polisi aramıştır” diyenlerin de sayısı artar. Bu durumla ilgili yapılan bir çok araştırma sonucunda artık biliyoruz ki insan psikolojisi bazen -özellikle toplumsal konularda- insana çok büyük yanlışlar yaptırabiliyor.
 Sizin veya çocuğunuzun başına “şimdilik” üzücü bir şey gelmemiş olabilir. Eğer toplumsal olaylara karşı umursamaz tutumumuzdan vazgeçmezsek, günün birinde mutlaka üzücü olaylar yaşayacağız demektir. Çünkü bizi zor duruma sokan insanlar “Nasıl olsa kimse bir şey yapmayacak, meydan benim” mantığıyla hareket etmeyi, bizim umursamazlığımız sayesinde öğrenmiş olacaklar. O zaman hiçbirşey konusunda şikayet etme ,sızlanma hakkımız olmayacak.

5 Nisan 2012 Perşembe

Elmaniz Hala Kizarmadiysa...


Bu aralar "Einstein cocuk" yetistirmeye calismak yukselen bir trend anladigim kadariyla.Zeka sozcugu modern toplum bireylerinin agzindan dusmuyor. Iyi kalpli bir insan, yardimsever bir cocuk demek yerine "Zeki cok zeki" demeyi tercih ediyoruz. Yoldan gecen yuz insana sorsak yuz farkli zeka tanimi alabiliriz. Ozellikle anne-babalar okul basarisini bir zeka olcutu olarak kabul ediyor ve nice cin gibi cocuklar okul sisteminin icinde harcaniyor. BIliyorum, su anda bu yaziyi okuyan cogu insan, daha kucucuk yaslarda okudu okuyamadi, elmasi kizardi kizaramadi, tembeller caliskanlar,akillilar cahiller diye gruplara ayrildi. O zamanlar belki zeka sozcugu cok kullanilmazdi. Ancak bilirdiniz hangi gruba ait oldugunuzu. Hala belki hatirlayinca iciniz ciz ediyordur. Eger sansli gruptaysaniz hem kendi adiniza hem de arka siradakiler adina sizliyordur icinizde bir yerler. Biliyorsunuz degil mi, bu sistem cogu okulda direkt veya dolayli bicimde hala devam ediyor.
Birileri arka siralara atiliyor ve ondan umut kesiliyor.Cunku o zeki degil. Neye gore kime gore? Bana ders basarisizligi sikayetiyle getirilen cocuklarin zeka testi puanlarinin ne kadar normal oldugunu gorunce artik sasirmiyorum. Bu cocuk bu sistemde zeki gorunmeyebilir ama baska bir dunyada baska bir sistemde neler yapabilecegine inanamazsiniz diyorum ailelere.
Cocukken icsellestirdigimiz dusunce kaliplari var. Kendimizle gelistirdigimiz ic diyaloglarda yakalariz onlari. "Ben zeki degilim ki" "Ben yapamam ki""Ne kadar cabalasam da bir ise yaramayacak"....
Bakin simdi size bir ornek verecegim. Neden o elmalar bir turlu kizarmiyor beraber gorelim.
Bir arastirma icin bir grup ogrenci seciliyor.Bu ogrencilere bir matematik sorusu veriliyor. Sorunun cevabina bakmadan grubu rastgele ikiye ayiriyor arastirmacilar, ilk gruba "Siz basardiniz" ikinci gruba " Siz basarisizsiniz" deniliyor. Sonra bu iki gruba tekrar basit bir matematik sorusu veriliyor. Sonuc mu? Ilk grup sorulari yanitlamakta ikinci gruba gore daha basarili! Neden mi? Cunku ikinci gruptakilerin aklina "Siz basarisizsiniz" fikri girdi bir kere! Basaramadilar!
Einstein cocuk yetistirirken hic Einstein'a kulak verdik mi?
"Cok zeki degilim, sadece problemle uzun sure kalabiliyorum" Albert Einstein
Birakin kizarmasin o elma. Belki de sizin elmaniz yesil pembe mavi mor olmak istiyordur?
yazinin devami geliyor....

1 Nisan 2012 Pazar

Dovulen Kopekler ve Olu Ruhlar

Hamile kopegi doven cocuklarmis! Bir canliyi ve karnindaki yavrulari olduren, hatta etraftaki baska kopek yavrularini da ara ara ziyaret edip doven yine cocuklarmis! Haberlere "Vay merhamatsiz cocuklar, Vay muslumanliktan nasibini almamislar" diye yorumlar yapiliyor. Boyle vicdansizlik olur mu? Olur. Boyle vicdansizlik da olur, daha fazlasi da olur, olacak da...Cunku bu memlekette bu aralar ne olursa "Uc bes cocugun isi" denilip geciliyor. Bazen de cocuklar hapse atiliyor, hicbir psikolojik destek almadan, tam tersi cinsel ve psikolojik istismara maruz kalarak cezaevlerinde soluyorlar... Bence once "Vay merhametsizler" diyen Ahmet Efendiyi bir dinlemeli:
"Vay merhametsiz vay vicdansiz cocuklar... Cocuk dedigin boyle mi olmali ya? Vur kafasina al ekmegini olmali, ana-babasinin sozunden cikmamali, babanin vurdugu yer gul biter bir tane daha vur babacigim demeli, anne dayak yerken saygidan babasina dedesine agabeyine mudahale etmemeli. Hasa saygisizlik bizim kulturumuzde kabul gormez! Cocuk dedigin testiyi kirmadan okkali bir tokat yemeli ki kirmamayi ogrensin. E bu bizim cok ovundugumuz hocamizin fikrasinda bile var degil mi hehehehe , ogretmek lazim cocuklara  hocaefendiyi! Cocuk dedigin buyuklerin lafina karismamali. Yalniz ana-babasina atasina degil hocasina da karsi cikmamali. Biz oyle gorduk. Babam okula verirken dedi 'Hocam eti senin kemigi benim". ..Bizim parmak uclarimiz kanardi cetvelle vurulmaktan da sesimizi cikarmazdik hocamiza, gider elini oper af dilerdik. Biz hataliyiz biiiizz ah ah ogretemedik gelenek gorenegimizi cocugumuza. O kadar da dovdum,  kufur ettim, ahira kilitledim, ac biraktim zincire bile vurdum. Uslanmiyor cocuk! Nasil cocuklar bunlar ben anlamadim. Yeni nesil bunlar azizim. Biz boyle miydik ya? Ben sigara icerim ama sigaraya karsiyim. Gecen gun sigara icerken yakaladim essogluessegi! Soktum banyoya "Soyun ulan" dedim, bir dovdum bir dovdum. Akli basina gelsin diye.Bir daha icerken goreyim...
Gecen ayni seyi bizim emmoglu  Hasan da yapmis. O da az dayak yemediydi zamaninda dedemlerden. Onun durumu daha fena. Oglunu kari gibi kivirtirken gormus. Alti yasinda cocuk kivirtir mi hic? Kemerle dovmus valla. Kendisi de az kemer yemedi keratanin hehehe. Bizim dinimiz boyle pisliklere izin vermez. Televizyondan ogreniyorlar boyle kivirtmayi. Bizim toremiz gelenegimiz var efendim. Biz kizimizi circiplak sokaga salmayiz. Onaltisina geldi mi amcaogluyla evlenecek. Rahmetli babam ne adamdi, helal olsun. Bacaklarini kirardi ablamlarin etegi bir karis kisa olsun. E kizini dovmeyen dizini dover. Ben onun gibi olamadim. Bir guzel dovup terbiye edemedim cocuklarimi. Hep analari yuzunden. Onu da dovuyorum ama lanet kadin bana misin demiyor.
Ben var ya ben, o kopegi doven cocugu bir bulsam var ya, essek sudan gelinceye kadar...

Ahmet Efendi de Hasan Efendi de birer kurbandir bu meselede, en az oldurulen kopekler ve olduren cocuklar kadar. Siddet, kulturumuzun kilcal damarlarina kadar islemistir maalesef. Kulturel dayatmalar yetmiyormus gibi, televizyon, gazete, internet oyunlari da kan, olum, cinayet, adaletsizlik saciyor. Zaten  saglam olmayan yoz kulturel zemin, karacahil insanlarin yanlis yonlendirilmeleriyle percinleniyor. Egitim sistemi ve aile sistemi arasinda sikisan cocuk, toplumun curumus deger yargilariyla carpisip eriyip gidiyor.
Bir cocugun posasidir kopegi olduren. O cocuk aslinda oluden farksizdir. Kendi ruhunun acisini anlatmak ister her vicdansiz hareketinde. Duygu yoktur orada artik. Intikam istegi bile yoktur. Sadece bir bosluk vardir. Kendini kaybetme hali... Hasta bile degildir o cocugun ruhu, oludur.
Boyle cocuklarin aslinda fiziksel , cinsel , duygusal istismara maruz kaldigini ve davranislarinin temel nedeninin bu oldugunu sadece uzmanlar bilmesin artik. Acligin, yoksullugun cocuklarda siddet davranislarini arttirdigini, kendisine siddet uygulanmasa bile cevresinde bunu gozlemleyerek de siddet davranisinin ogrenildigini, evde silah bulunmasinin siddeti tetikledigini, evdeki stres faktorunun siddet egilimini arttirdigini herkes bilsin. Yalnizca bilgilenir, bilinclenirsek bu cocuklarin kopeklere yaptiklarinin olu ruhlarin bir yardim cagrisi oldugunu anlayabiliriz. Lutfen cocuklari oldurulmesine artik seyirci kalmayalim, kopeklerin de, insanligin da...



27 Mart 2012 Salı

HELİKOPTERLER YUMURTA AVINDA!


HELİKOPTERLER YUMURTA AVINDA!

Bu sabah gözüme çarpan bir haberi paylaşmak istiyorum sizinle. Amerika- Colorado'dan bir haber bu ancak bence bütün anne-babaları ilgilendiriyor. Hatta çocuğu olmayanlar da kendi çocukluklarına bir göz atarak böyle bir deneyim yaşayıp yaşamadıklarını bence mutlaka düşünmeliler.
Haberde “paskalya yumurtası avı” diye geleneksel bir oyundan bahsediliyor. Oyunu belki bilenler vardır. Çocukların belli bir alanda, farklı yerlere saklanmış rengarenk boyanmış veya çikolatadan yapılmış yumurtaları bulmaları gerekiyor. Bir çocuk için sonundaki ödül ne olursa olsun, oyun oynamak çok ama çok önemlidir. Ayrıca bu oyun , rekabeti tadacağı, yaşıtlarıyla bir arada olacağı, başarı için çabalamayı öğrenebileceği, açık alanda koşuşturma fırsatını yakalacağı harika bir gelenek!
Ancak bu sene Colorado'daki birkaç yüz çocuk bu oyunu oynayamayacak. Nedeni geçen seneki oyundaki agresif davranışlar. “Ah zamane çocukları...” dediğinizi duyar gibiyim. Yanılıyorsunuz. “Zamane anne-babaları”nın agresif davranışlarından bahsediliyor haberde! Geçen sene anne-babaların arkasından çocukların heyecanla yumurta aramalarını izlemeleri için bir güvenlik ipi gerilmiş alana. Bilin bakalım bizim helikopter anne-babalar ne yapmış? İpi kopararak oyun alanına yayılmış, çocuklarına yardım edebilmek için kıyasıya mücadele etmiş ve bütün yumurtaları kendileri kapmışlar!
Haberde bu anne-babalardan helikopter anne-baba diye bahsediliyor. Yani çocuklarının hayatlarının herhangi bir alanında başarısızlık yaşamamaları için onlara aşırı müdahalede bulunan anne-babalar diye özetleyebiliriz bu anne-baba tipini. Ancak bence burada helikopter anne-babalıktan daha da ileride bir durum var. Anne-babalar sadece yardıma gitmemiş, üstüne yumurtayı kendileri kapmış! Bana trajikomik geldi bu durum.



Filmlerdeki gibi bir sahne hayal ettim. Fonda yüksek sesli bir müzik, etrafta çığlık atan ezilen çocuklar, onları umursamadan yumurta arayan terlemiş anne-babalar... Bazıları yumurtayı havaya kaldırıp zafer çığlıkları atıyorlar. Bir anda müzik kesiliyor ve bir sessizlik oluyor. Derin bir sessizlik...Anne-babaların kendi çocuklukları gözlerinin önüne geliyor. Onların zamanında böyle çikolatadan yumurtalar da yoktu, büyük çikolata firmalarının sponsorluğunda yapılan yarışmalar da... Onlar yumurtalarını kendileri boyar, birbirlerine hediye ederlerdi. Sonra kırlarda özgürce koşabilir, yarışabilir, eğlenebilirlerdi. Ancak büyüdüklerinde öyle acımasız yarışın içine girmişlerdi ki, çocuklukları çok çok uzakta kalmıştı. “Kazanmalısın” “Başarmalısın” diyordu toplum onlara. Onlar da otomatik pilottalardı uzun süredir. Her alanda başarılı, mükemmel olmaya çalışıyorlardı. Anne-babalık da buna dahil...Şimdi ellerinde birer yumurta, karşılarında hayalkırıklığı ve şaşkınlıkla onlara bakan çocuklar... “Ne yapıyoruz biz?” diye soruyorlar kendilerine.
Soruyorlar mıdır gerçekten? “Bu sene de bizim yüzümüzden çocuklar eğlencelerinden oldu” diyorlar mıdır? Kimbilir belki de “başarısız” organizasyondan şikayetçilerdir?

26 Mart 2012 Pazartesi

Yalnızlık, Kendini Sakinleştirebilme Kapasitesi ve İkili İlişkiler Üzerine




        KENDİNİ SAKİNLEŞTİREBİLME KAPASİTESİ

Resting Baby


Being alone is hell,
managing it is heaven”
Poul Bjerre

Yalnız kalmanın getirdiği olumsuz duygularla baş edilemezse, burada kendi kendini sakinleştirme mekanizmasının da devreye giremediğini görürüz. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bebeklikten itibaren anneyle duygusal bir harmoni, uyumlu bir dans halindeysek, kendi içimizdeki düzensiz ritimleri önce tolere edebilmeyi sonra da onları tekrar yumuşak ve düzenli ritimlere geri döndürebilmeyi öğrenmişiz demektir. Annemizle ikili dansımızda uyumu yakalarsak , kendimizle sonra da diğlerleriyle olan danslarımızda uyumu yakalamamız mümkündür. (Ben burada yalnızca annelerin değil, babaların ve onların çocuklarla ilişkilerinin çok önemli olduğunu da düşünüyorum).


VAKUM BEBEKLER VE İNSAN İLİŞKİLERİ
Ancak yalnız kalamayan ve mutlaka birşeylerle “oyalanmak” ihtiyacı hisseden insanların, sakinleşme mekanizmaları da malesef arızalanmıştır. Annenin varlığında kendini güvende hissedemeyen ve onu içselleştiremeyen bebek,  ileride diğer insanları da içselleştirmekte zorlanacaktır. İnsanlarla kurduğu bağlar güven ilişkini çok da barındıramayacaktır. Sakinleşebilmek için sürekli o insanın yanında olmasına ihtiyaç duyacaktır - ancak bu bile yetmeyecektir- .“Ya giderse? Ya beni terk ederse? Ya aldatırsa?” düşünceleri yalnız kalmayı iyice zorlaştıracaktır. Yalnızken böyle düşüncelere  dalıp, başka işler yapabilmek, bir şeyler yaratabilmek, üretebilmek zor olacaktır. Yani sadece nereden geldiğini bir türlü anlayamadığımız depresif, umutsuz, kaygılı bir ruh halinin yanı sıra, bu ruh halini tetikleyen düşünce biçimleri de geliştirir insan zihni.
Bu düşüncelerin bir sebebi de kendindeki değersizlik hisleridir. Anne, bebeğe yeterince değerli olduğunca hissettiremediyse, bebek değersizlik hislerini bir vakum gibi emecektir. “Ben değersizim” bir kere yerleştiyse, “Öyleyse terk edilmeyi, aldatılmayı, yalnız bırakılmayı, kötü, tutarsız mualemeyi hak ediyorum demektir” insanın bilinçdışında yankılanan düşünceler olacaktır. Böyle duygular, düşüncelerle baş etmek çok zordur, hele ki yalnız kalınca ortaya çıkıyorsa.


Birlikte olabilmek için önce "bir" olmak gerekir.

YALNIZ OLABİLME VE BİRLİKTE OLABİLME KAPASİTESİ
Yalnız olabilmeye tahammül edememe durumu, ilişkilerin  sağlıklı yürüyememesine ve yarı yolda kalmasına neden olabilir. Kişi ilişkide olduğu insanla ve onunla her an yanyana olamama ya da yanyana olsa bile yeterince güvende hissedememe haliyle o kadar meşgul olacaktır ki, kendisini dinlemeyi unutacaktır. Görünürde çok bencil ve isteklerinin hemen karşılanmasını isteyen insanlar gibi durabilirler. Malesef burada kişi erken ilişkilerde yeterince karşılanmamış "ihtiyaçların" yükünü taşımakta ve bu ihtiyaç giderilmediği zaman da kendini sakinleştirememekte, talepkar olmakta veya tam tersi içeçekilmektedir. Hatta kimi zaman  içeçekilme, aşırı talepkarlık, duygu ve öfke patlamaları ardından ilişkide olduğu kişiye yapışma davranışları veya aşırı panik hissiyle bir türlü kendini organize edememe hali de sık görülebilir.
Elbette yalnız kalmak, bize biraz acı verebilir, özlem ve kaygı hislerini hepimizde ortaya çıkarabilir.Ancak bu hislerin tolere edilebilmesi önemlidir. Eğer bu hisler çok yoğunsa, kişi geçmişinde ve geleceğinde bağ kurabildiğini -kurabileceğini hissettiği kimse olmadığını bilinçsizce düşünecek ve çaresizlik hislerine kapılacaktır.
ANNE-BEBEK- YETİŞKİN
Yalnız kalabilme ve birlikte olabilme kapasitesinin gelişiminin başlangıcını, annenin bebeği emzirdiği zamana kadar götürürsek, bu ilişkideki birleşme-ayrılık  anlarının bugünkü ilişkilerimiz üzerinde ne kadar önemi olduğunu görürüz. Bebek anne memesini kendisine ait bir kaynak sanırken, zamanla ve yeterince iyi bir anneyle bunun böyle olmadığını anlar. Ancak bu sırada karşısına anne memesinin yerine koyabileceği bir "gerçek dünya" çıkar ve memeden vazgeçmesini kendi tercihi gibi algılar ki bu güzel bir ayrılıktır. Ancak annenin ayrılma hissiyle ilgili bir derdi varsa, bebeğin memeden kesilmesini kendine bir ihanet olarak algılaması mümkündür. Annenin böyle bir durumda ortaya çıkan olumsuz hisleri de bebeğin duygusal vakumuna takılacaktır. Yani nereden çıktığı belli olmayan olumsuz duygular aslında bizlere bebekken "yüklenen" ve yetişkinliğimize kadar getirdiklerimiz olabilir.