Ads 468x60px

30 Mayıs 2013 Perşembe

Uyarı! Terapiye Gelmeyin!


Ben bir terapistim ve her fırsatta bunu söylüyorum. Aslında terapiste hiiç gerek yok. Bazılarının hiç ihtiyacı yok. 
Eğer çocukluk travmalarınız, hayat mücadeleniz, kocaman evlerde yapayalnız, eşya kalabalığıyla ;  kocaman arabalarda trafikte oradan oraya giderken sinir harbiyle geçen hayatınızı değiştirmek istemiyorsanız terapiste gitmeye de gerek yok.
Çünkü terapi bu hayat tarzına karşı bir tehlike ! "Çocuğum vuruyor, sürekli ağlıyor, asla memnun olmuyor ve ben kendimi sürekli yalnız,  çaresiz hatta son zamanlarda sevgisiz hissediyorum" diyor çoğu ebeveyn.
Çünkü etrafımızdaki gürültüden, karmaşadan kendi iç sesimizi duymaz olduk. Bir an dursak kafamızdaki onlarca kaygılı ses bize zehir eder keyifli anları.
Siz hiç şöyle güzel bir manzaraya karşı, sevdiğiniz yanınızda, güzel bir akşam geçirirken neden tırnaklarınızı yediğinizi merak ettiniz mi ?
Ya da çocuğunuzla keyifle vakit geçirirken kendinizi durmadan telefonu,saati kontrol ederken  "Aa yeter ama artık. " Dediniz mi  kendinize?
İçinizdeki "Güzellikleri hak ediyorum!" Diyen ses kısılmış "Çalış! Ne yaparsan yap yetersizsin. Sen hayattan keyif almayı şimdi hak etmiyorsun. Belki daha sonra!" Diyen o robotik ses almış yerini. 
"Blackberry'nin ışığının rengi  dönmeden uyuyamıyorum" diyenler! Zaten o sebeple veriliyor size o minik aletler. Yatmadan önce işle ilgili epostalar okuduğunuz için her gece rüyanızda patron sizi kovalıyor siz de plazanın koridorlarında kayboluyorsunuz.
Ama biliyorum. Kimileri böyle yaşamak istiyor. Hayatla kavga halinde... Başka türlüsü mümkün değil sanıyor, ona inanıyorlar. 
Aman diyeyim. Terapiye gelmeyin! Daha iyi bir hayat hak ettiğinizi düşünürsünüz falan. Nolur nolmaz. Siz en iyisi bu yazıyı da okumamış gibi yapın. 

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Yalan Söyleyen Çocuğun Anne Babasına Mektubu

Çocuklarınız yalan söylüyor mu? Hatta bazen siz bütün dünyanın, insanların yalancı olduğunu düşünür müsünüz? Söylenilenlere zor inanır, sevgilinizin- eşinizin dürüstlüğünden şüphe edip durur musunuz? O doktor sizi kandırıyor bu okul paranızı yemeye çalışıyor ah bu çocuklara da bir türlü güven olmuyor mu? Oysa siz "yalandan nefret eden" "Herşeyi yap ama yalan söyleme" diyen hatta "Ben doğrucu Davut'um" diye bol bol övünenlerdensiniz.
En ufak bir beyaz yalana bile tahammül edemeyen, beyaz yalanların sonunun felaket olduğunu düşünenlerdensiniz. Ödünüz kopar yalandan, "Yılandan korkmam yalandan korkmam" hesabı.
Çocuğunuz konuşmaya başlayıp da size köpekbalığının kalbine yaptığı yolculuğu ballandıra ballandıra anlatınca tokat yemiş gibi oldunuz! Çünkü çocuğunuz konuşmaya başlayalı henüz bir kaç sene olmasına rağmen "yalan söylüyor".
Hemen düzeltme ihtiyacı duyarsınız. "Öyle bir şey olmadı. Bu bir yalan. Asla yalan söyleme. Kötü çocuk olursun."
Bir süre sonra çocuğunuzun her söylediği neredeyse yalandır.
-Anahtarı nereye koydun kızım?
-Mutfağa!
-Yalan söyleme, mutfakta yok.
-Aa. Odama koymuşum.
-Bana yalan söylemenden bıktım!
Bilerek yapıyor bu çocuk. Sırf beni üzmek için. Biliyor yalandan nefret ettiğimi yine de söylüyor.

Ya şöyle bir sahne olur:
-Aa! Şekerleri yeme dedim yemişsin!
-Bir tane yedim anne.
-Hayır! Yalan söyleme. İki buçuk tane yemişsin. Bak birinin paketi burada, diğeri de şurada, öbürü nerede?
-Bilmiyorum.
-Yalan söylemek kötü birşeydir. Nerede diğer paket!

Yalancı oldu bu çocuk, babası gibi!

Sonra oğlunuz büyür. Okuldan eve gelir.
-Neredeydin?
-Okuldaydım baba.
-Yaa? Hangi dersler vardı bugün?
-İşte matematik falan.
-Ya? Matematikte ne işlediniz?
-İşte polinom falan...
-Matematik öğretmeninin öyle demiyor ama! Aradı bugün okula gitmemişsin! Yalan söylüyorsun sen!

Eğer neden böyle olduğu merak ediyorsanız, çocuğunuzdan size mektup var!

Ah be baba! Madem biliyorsun niye sonuna kadar deniyorsun? Niye beni yalan söylemek zorunda bırakıyorsun? Madem biliyorsun okulu kırdığımı, niye bilmiyor gibi yapıyor-yalan söylüyorsun?

Neden benimle yalan dansı yapıyorsun baba?
Ne oldu sana çocukken? Seni çok mu kandırdılar? Aramızdaki güven ilişkisini hiçe sayıp söylediğim en ufak bir beyaz yalanda, özelimi korumak istediğimde veya dalgınlıkla yanlış birşey söylediğimde neden yalan yalancı damgası yiyorum? Bazen sana başta söylemeye cesaret edemeyebilirim bazı şeyleri. Ya da belki gözlerindeki şüpheli güvensiz ve kızgın ifadeyi silsen hemen dökülüveririm sana?
Sen benim için ne kadar değerli olduğunu bilmiyorsun anne-baba! Sen böyle yapınca ben de kendimi senin gözünde "yalancı ve işeyaramaz" hissediyorum. Bazen strese giriyor, yanlış birşey söyler, bir detayı atlar da yalancı olurum diye, sorduğun soruya düşünerek cevap veriyorum. Bazen ağzımdan yalan çıkıveriyor inan. Bazense cevap veremiyor donup kalıyorum.
Nedenini düşünüyorum bu olanların. Belki seni çok kandırdılar çocukken. Sana hiç güvenmeyip bol bol "Sana güveniyoruz ama..." Dediler. Senin takıntılı dürüstlüğünü "dobralık" olarak tanıttılar sana. Seni kontrol edebilmek için uydurdukları bir şeydi o! Oysa sana ne yalanlar söylediler. Dünyayı bambaşka bir yer olarak gösterdiler. Anne baban kendi uygunsuz kontrolcü davranışları için onlarca bahane buldular.
Sen bunu alttan alta biliyordun aslında. Sana yalan söylendiğini... Değersiz ve kandırılmış hissettin. Hem ben çocuğuma bunu yapmayacağım dedin hem de bu histen bir türlü kurtulamadığın için çocuğun da yalancının biri oldu çıktı. Tıpkı babası gibi! Tıpkı anası gibi!
Bak sana birşey söyleyeceğim. Senin bu yalan dedektörlüğün ve kontrol baskın yüzünden sana herkes yalan söylüyor gibi geliyor.
Bir de merak ediyorum. Acaba sen başka türlüsü nasıl olur bilmediğin için aynı anne babana benzeyen yalan söyleyen biriyle evlenmiş olabilir misin?
O yüzden aramızdaki dansın harmonisi bozulmuş, adımlar yanlış atılıyor ve her seferinde ikimiz de can acısıyla çığlık çığlığa bağırırken buluyor olabilir miyiz kendimizi?
Benim için ne kadar değerli olduğunu, senin anne babandan çok farklı bir insan olduğumu, senin çocuğun olduğum için gurur duyduğumu bilsen yine böyle olur muydun?
Ben seni hayalkırıklığına uğratmam, yeter ki bana güven. Bana inanmanı çok istiyorum anne. Bana kızgın bakma artık baba.
Söz veriyorum artık yalan yok. Sözüme inandın mı anne? Ya sen baba? Ben size inanıyorum. Değişecek, gelişecek, güçleneceğiz beraber. Ve dansımız tekrar eğlenceli ve uyumlu olacak!

24 Mayıs 2013 Cuma

Şşş! Yavaş!


Çay kahve sever bir halkız. Çay kahve yanında muhabbet de iyi gider. Son zamanlarda şöyle uzun uzun sohbet ederek bir semaver çayı içtiniz mi?
Iyi demlenmiş, tavşan kanı, sıcak...
Pazar günleri en sevdiğim ses çevredeki evlerden gelen ince belli bardağa çarpan çay kaşığının sesidir. Gerçi artık şekeri bıraktık çoğumuz. Bu ses de yavaş yavaş kulaklardan siliniyor.

Benim merak ettiğim çayımızı kahvemizi nasıl içtiğimiz. Açık ya da koyu mu diye sormuyorum. Yavaş mı yoksa hızlı mı? Hangi şartlar altında?

Nefret ettiğimiz işimizi yaparken, uzun haksız çalışma saatlerine eşlik eden bir içeceği sevmeye devam edebilir miyiz?

Biz çevremizdeki ipuçlarıyla duygularımızı deneyimlerimizi birleştirerek anılarımızı oluştururuz. Yani oyundan eve gelince annemizin yaptığı kekin kokusu burnumuzda kalır ve keki sevmeye devam edebiliriz. Ne zaman kek kokusu alsak içimizde çocuksu bir sevinç uyanabilir.
 
Ya da çoğumuzun annesinin çamaşır suyu kokan elleri bize hem huzur verir hem de garip bir gerginlik. Çünkü temizlik yapan anne gergindir!

Konuyu şuraya getireceğim, Çok hızlı bir dünyada yaşıyor keyiflerimizi her gün daha çok bir kenara koyuyoruz. 

Çaylarımızı  buz gibi oluyor çünkü yapacak iş çok. Ya da hızlı hızlı yudumlarla midemize zarar verme pahasına bitiriyoruz.

Yani diyorum ki. Bu koşuşturma içinde ya kendimizi unutuyoruz ya da kendimize çok ciddi zarar veriyoruz.

Çayımızı kahvemizi alalım. Güzel muhabbeti olan bir kaç arkadaş yanımızda.
Şöyle yavaş yavaş sakin birbirimizin gözlerine bakarak en az yarım saat geçirelim.

İyi gelecek bence!

Uzman Klinik Psikolog Pınar MERMER

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Özgür Çocuklar Yetiştirmeli

Merhaba,
Çok önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda yazmak istedim.
Bu konuyla ilgili okuma yaparken içimi bir sıkıntı kapladı. Sizle paylaşmak, ne durumdasınız bilmek istedim.
Belki burada paylaşır, belki içinizde tutarsınız.
Konu çocuklukta yoğun hissedilen duygular...
Çocukluk gerçekten özgür, rahat, umursamaz hissettiğimiz zamanların toplamı mı? Çocukken kendinizi temiz, masum, neşeli ve özgür mü hissedersiniz? Yoksa çocukluğunuz size taşıması ağır yükler ve duyguları mı çağrıştırıyor?
Okuduğum bir kitaptaki şu soru taş oldu içime oturdu: "Yoksa sizin için umarsız çocuklar hep başkalarının çocukları mıydı? Siz hep suçlu, hata yapmaması gereken, sorumluluk yüklenen mi olmak zorundaydınız?"
Evet. Çoğumuz öyle olmak zorundaydık. Belki bir kısmımızın çocukluğuna dair hiçbir anısının kalmamasının sebebi de bu. Kaldıramadığımız anıları sileriz. Ama aslında orada öylece dururlar anılar. Cebimizdeki taşlar gibi ağır yük olurlar bize. Ama bilmeyiz onların orada olduğunu.
Böyle olmak zorunda değil. Yıllar önce çocukluğumuza dair duygularımızı konuşurken bir psikolog arkadaşım "Suçluluk çocukken hissedilen en son duygu olmalı" demişti.
Bahsettiğim şu günlük yaşamda yanlış birşeyler yapınca hissedilen suçluluk, pişmanlık değil. Bahsettiğim "Her şeye ben sebep oldum" hissi. Hani şu insanın içinin nedensiz sıkılmasına ve bütün kötülükleri hak ettiğine, zaten kötü bir insan olduğuna inandıran o hain duygu.
Son yıllarda yapılan çalışmalar bebeklerin ilk aylardan itibaren "utanç" hissedebildiklerini ortaya koyuyor. Anne karnındaki bebek bile annenin ses tonundan ne durumda olduğunu anlıyor. Bebek, anne onu istemiyorsa, bunu biliyor. "İstenmeyen" olduğunu başından hissediyor. Hayatı boyunca "istenmeyen" olma rolü oynuyor.
Bizim kültürümüzde bol bol karşılaştırmalar yapmak,çocukların utanç duymasına sebep olmak, "Beni çok üzdün, bak senin yüzünden hasta oldum" demeler vardır.
Bu hislerle büyüyen çocuklar olduk biz.
Çocuklar büyürken kendilerini dünyanın merkezi sanırlar. İyiliklerin de kötülüklerin de kaynağının kendileri olduğunu sanırlar. Anne baba boşanır, buna anlam veremez, kendisi dışında bir sebep bulamaz. Minik zihni henüz "Dünyada benim dışımda da bir hayat var" ı algılayamaz.
Yani çocuklar zaten hâli hazırda zor duygular yaşamakta, mantık hatalarıyla dolu çıkarımlar yapmaktalar.
Bunları düzeltmek, onlara yardımcı olmak, iyi çocuklar olduklarını hatırlatmak yetişkinin görevi.
Bizim gibi büyümesin çocuklar. "İyi" olan, iyi olmayı "hak eden" başkalarının çocukları olmasın.
Özgür çocuklar yetiştirmeli. Duygusal olarak özgür...
Bu çocuklar bizim neslimiz gibi korkularla dolu, bağımlı, huzursuz çocuklar olmamalı.

iPhone'umdan gönderildi

16 Mayıs 2013 Perşembe

Babaanneni mi Seviyorsun Anneanneni mi?

Siz hangisini severdiniz/ seversiniz?
Twitterda bana sorulan bir soru üzerine anneler bu konuyu tartışırken, ben de biraz düşündüm. (Bu arada annelerin fikirlerini paylaşmaları beni çokkeyiflendiriyor!)
Ben bu meseleye biraz kültürel yaklaşalım diyorum. Anadolu kültüründe yaşlıların, büyükanne ve dedelerin önemi büyük.
Her ne kadar günümüzde şehirleşme oranı arttıkça, ebeveynler yoğun çalışma temposuyla göç ettikleri büyük şehirlerde yalnızlaşsa da, hala büyüklerin hayatımızda önemli yeri var.
Şu masal anlatan ayıcıklara siz de kızgın mısınız bilmem ama masal anlatan büyükanne/büyükbaba figürünü yerini aldığı için bu meseleye içerleyen çok!( Bkz. Ben!)
Peki giderek yalnızlaşan biz genç ebeveynler kimden destek alıyoruz?
Tabi ki de ebeveynlerimizden! Çünkü onlar torunlarına çok değer veriyor, bir yandan da kazık kadar olmuş çocuklarına destek olmaya çalışıyorlar.
Hem maddi hem manevi.
Elbette tersi olan durumlar da vardır.
Ama benim gözlemim, değişen toplum ve kültürel değerler arasında en sıkıntılı dönemden geçen, değişime ayak uydurmak zorunda kalanlar ebeveynlerimiz.
Çünkü çocukları doktora yaparken onlara yardım etmek zorunda ve herşeyi bir arada yapmaya çalışan çocuk da yapan kariyer de yapan yetişkin çocuklarına ve torunlarına bakım vermek zorundalar.
Bir yandan da "Öyle yapma anne, böyle davranma baba, onu yedirme, bunu izlettirme " yle baş etmek zorundadırlar.
Peki hangisi daha fedakar ? Hangisi daha çok sevilir?
Bu soru da her ne kadar kültürler göç yoluyla birbirine girmiş olsa da kültürel farklılık penceresinden bakılmayı hak ediyor.
Doğuda babaanne önemlidir çünkü gelin aileye girdiği andan itibaren çocuğu da kendisi de o aileye aittir.
Bayramda ilk babaanne ve dedeye gidilir. "Gelin"in ailesi ikinci gün veya daha sonra gidilmeyi hak eder.
Daha batıya doğru işler değişir.
Bazı Ege köylerinde gelinin ailesi damadı alır, düğünü yapar, evini düzer.
Bu sistemde anneanne daha ön plandadır.
Bir de geleneksel gelin-kaynana çekişmesi penceresinden bakalım.
Kayınvalide gelini sıkıştırdıkça gelin çocuğa bundan söz etmese bile, çocuk annesini bu kadar üzen kişiyi sevmez. Bazen annesine babaannesini model aldığı için kötü davranan çocuklar görürüz. Merak etmeyin onlar da bu "kötü" karakteri aslında sevmezler.
Çünkü sevgi öyle birine vereyim diğerini ezeyim şeklinde var olmaz insan ruhunda.
Eğer torunuzu seviyorsanız annesini üzmeye çalışmazsınız.
Eğer karşıdakini üzmeye kırmaya yeminliyseniz, siz o kininizle bir çocuğu sevemezsiniz zaten. Bildiniz! Çocuk da sizi sevmez!
Bir de şimdi attachment perspektifinden bakalım.
Eğer çocuğun annesi soğuk, duyarsız veya öfkeli biriyse, çocukla güvenli bağlanma ilişkisini kurması zorlaşır.
Bu annenin kendi annesiyle de bağlama ilişkisinin zayıf olması ihtimali çok yüksektir. Mesele zaten anneannenin bağlanma dinamiklerinden kaynaklanıyordur. Yani o zaman anneanne de torunla istediği gibi iletişime geçemez.
Torun bu noktada daha sıcak gördüğü babaanneye daha yakın durabilir.
Hatta eğer daha sıcak bir babaysa babasına daha düşkün olabilir.
Bir de zaman geçirme faktörü var.
Kiminle daha çok zaman geçirir, anı oluşturursanız onu daha çok sevebilirsiniz.
Bir başka faktör de benzeme durumu.
Eğer bir çocuk görünüş ve karakter olarak babaannesinin aynısıysa, bababaaneye sevdiği birini hatırlatıyorsa, hele ki onun ismi konmuşsa babaaannenin torunu torunun babaanneyi sevme olasılığı artar.
Bir önemli konu daha var ki bence bu sevgi sarmalında önemli yere sahip. Anne kendi annesinin evinde rahat ediyor, kendi anne ve akrabalarıyla sevgi dolu bir ses tonuyla konuşuyorsa, elbet çocuk da bu yakınlığı fark edecektir.
Peki dikkat ettiniz mi, babanın babasına da annenin babasına da dede denir.
Ama anneler söz konusu oldu mu anneanne ve babaanne diye ayırırız. Yani kadın ne önemli! İlişkiyi şekillendiren, kültürü dillendiren, çocuğu büyüten onlar!
Tüm bu tartışmanın sonucunda "Babaanneni mi daha çok seviyorsun anneanneni mi çocuğum?" sorusunun cevabı bende:
"Vallahi karışık mesele" olurdu.
Sevgiyle kalın!

2 Nisan 2013 Salı

Otizmi fark et yaşamı paylaş

#2NisanOtizmOrtakYayin / #otizmifarketyasamipaylas
2 NİSAN DÜNYA OTİZM FARKINDALIK GÜNÜ…NİSAN DÜNYA OTİZM FARKINDALIK AYI….
ORTAK YAYIN YAZISI – M. İREM AFŞİN ​​​​​2 Nisan 2013
Otizm… Yaşamın farklı bir penceresi…

Nisan… Aylardan bahar. Havada baharın müjdecisi kokular, yavaş yavaş açan çiçekler, cıvıltıları ile hayatımıza neşe katan kuşlar, güneşin sıcak ışığına kavuşan dünya. Nisan, ruhumuzu aydınlık günlerde ferahlattığımız ay.
Nisan, 2008 yılından bu yana, dünya üzerinde yaşayan milyonlarca çocuk ve aileleri için çok başka bir anlam daha taşıyor: OTİZM.
2 Nisan, tüm dünyada otizm konusunda farkındalık yaratarak otizmden kaynaklanan sorunlara çözümler yaratmak amacıyla, 2008 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Otizm Farkındalık Günü” olarak ilan edildi. Her yıl, “Otizm Farkındalık Ayı” olan Nisan ayı boyunca dünya genelinde otizmin sorunlarını ve çözümleri konuşuluyor, araştırmaların teşvik edilmesi ve erken teşhisle tedavinin yaygınlaştırılması hedefleniyor.
Oğluşum Nazım Özgün ile otizm labirentine adım attığımız o ilk günden bugüne 8 yıl geçti. Otizmin karmaşık fırça darbeleri yüzünden, hayatımızın yol haritasını yeniden tanımladık. Bazen düşününce sanki otizmden önce bir hayatımız yokmuş gibi hissediyorum. Çok eskiden kendini fanusuna kapatmış ruh bebeğimin, şimdi benimle hayatı paylaşması nasıl bir mucizedir, çok iyi biliyorum.
Otizm, doğuştan gelişen, genetik altyapıya dayanan, karmaşık nörolojik-biyolojik tabanlı bir gelişim bozukluğu. Başkalarıyla etkileşimde bulunmayı engelleyerek bireyin kendi iç dünyasıyla baş başa kalmasına yol açan otizm, genellikle 3 yaştan önce ortaya çıkarak çocukların sosyal iletişim, etkileşim ve davranışlarını olumsuz olarak etkiliyor.
Amerikan Sağlık Bakanlığı verilerine göre bugün dünya genelinde okul çağındaki her 88 çocuktan biri otizm teşhisi alıyor. Otizm erkek çocuklarda kız çocuklara oranla 3-4 kat daha fazla görülüyor, her 54 erkek çocuktan biri günümüzde otizm riski taşıyor. Dünyada son yıllarda şeker, kanser ve AIDS dahil olmak üzere bir çok hastalıktan daha fazla sayıda otizm teşhisi alınıyor.
Ülkemizde sağlıklı istatistikler olmaması nedeniyle, Otizm Platformu’nun öngördüğü verilere göre, tahmini olarak 550.000 otizmli birey ile 0-14 yaş grubunda 150.000 civarında otizmli çocuk bulunduğu “varsayılıyor.” Otizmli bireylerin ebeveynleri, kardeşleri, yakın akraba ve çevreleri de hesaba katıldığı zaman, Türkiye’de her ile yayılmış durumda otizmden etkilenen 2 milyondan fazla vatandaşımızdan bahsedebiliriz.
Otizmin kapısını açmak için ilk önemli adım, erken teşhis. Otizm, yaklaşık bir yaş civarında ilk belirtilerini gösteriyor. Annenin sesi ve gülümsemesi gibi sosyal uyaranlara bebeğin tepkisiz kalması veya tepkilerinde yavaşlık olması, göz teması kurmada zorluklar, motor gelişmede ve taklit becerilerinde gecikme, uyku ve yemek düzeninde sorunlar ilk belirtiler arasında sayılabilir. Çok yaygın bir yanlış kanı, özellikle erkek çocukların geç konuştuğu veya anne/babası geç konuşan çocukların da geç konuşacağı düşüncesi… Ve erken teşhis, otizmli çocuğun gerekli eğitim ve tedavileri alarak hayata katılması için ilk önemli adım.
Eğer çocuğunuz;
 Sizinle ve başkalarıyla göz kontağı kurmuyorsa,
 İsmi söylendiğinde veya çağrıldığında dönüp bakmıyorsa, söyleneni işitmiyor gibi davranıyorsa,
 Konuşmada yaşıtlarının gerisinde kalmışsa, başkaları ile söyleşiyi başlatma ya da sürdürmede belirgin bir bozukluğu varsa, basmakalıp, yineleyici (ekolali) ya da özel bir dil kullanarak garip konuşuyorsa veya konuşması hiç gelişmemişse,
 Gözleri sık sık bir şeye takılıp kalıyorsa,
 Anlamsız gülme veya ağlama krizleri varsa,
 Parmağıyla istediği şeyi işaret ederek göstermiyorsa,
 Oyuncaklara amacına uygun oynamayı beceremiyorsa, yaşıtlarının oynadığı oyunlara ilgi göstermiyorsa,
 Ellerini kanat gibi çırpma, parmak uçlarında yürüme, kendi çevresinde veya eşyalar etrafında dönme, sallanma, çırpınma şeklinde garip ve yineleyici hareketleri (stereotipi) varsa,
 Bir şarkının bir bölümünü tekrar tekrar söylemek, dolapların kapaklarını sürekli olarak açıp kapatmak, ayak parmaklarının ucunda odanın bir ucundan öbür ucuna koşturmak, bazı eşyaları döndürmek veya sürekli sıraya dizmek gibi çeşitli ilgi ve davranış takıntıları varsa,
 Günlük yaşamındaki düzen ve program değişimlere aşırı tepkiler veriyor ve uyum sağlayamıyorsa,
 Kendisine ve çevresine yönelik zarar verici davranışlara sahipse,
vakit kaybetmeden teşhis için uzmanlara başvurmak gerekiyor.
Otizmin tedavisi var mı? Otizm, beş bilinmeyenli bir denklem gibi: Nedenleri tam olarak saptanamadığı gibi tek bir kesin tedavisi de günümüzde “henüz” mevcut değil! Otizm, toplumsal fark, ırk, dil, din gözetmiyor, çocuk yetiştirme biçiminizle veya sosyo-ekonomik koşullarınızla da ilgilenmiyor. Genetik faktörlerin yanı sıra, çevresel koşulların – yanlış beslenme, çevre kirliliği, kimyasal maddeler, yanlış ilaç kullanımı, ağır metaller, aşılarda bulunan bazı koruyucu maddeler vb.- otizmi tetiklediği düşünülüyor.
Otizmde biyolojik tedaviler ile ilgili çalışmalar devam ederken, bugün için kabul edilen en önemli tedavi aracı, erken yaşta verilmeye başlanan yoğun bireysel özel eğitim. Doğal gelişim gösteren her çocuğun kendiliğinden öğrendiği her şeyi, otizmli bir çocuğa özel eğitim yardımı ile öğretmek zorundasınız. Bu durum bazen iğneyle kuyu kazmaya benzese bile, her otizmli çocuk kendine göre bir öğrenme biçimine sahip. Önemli olan, kapıyı açacak doğru anahtarı bulmak.
Bilimsel olarak erken yaştaki çocuk için kanıtlanmış yoğun eğitim süresi haftada bireysel ve grup eğitimi olarak 40 saat. Oysa ülkemizde sosyal güvenlik kapsamında “otizm özel eğitim raporlu” çocuklar için aylık 6- 12 saat olan özel eğitim süreci, dünya genelinin oldukça gerisinde kalıyor.
Otizmli çocukların mutlaka eğitim sistemi içinde yer almaları gerekiyor. Çünkü eğitim, otizmli birey için her şeyden önce “tedavi” anlamına geliyor. Otizmi diğer engel gruplarından ayıran en önemli fark; erken tanı ve erken bireysel/kaynaştırma eğitimiyle otizmli çocukların sorunlarının büyük bir kısmını aşmaları.

Oysa yaşamın gerçeği hiç de böyle söylemiyor size! Oğlum Nazım Özgün ile okul öncesi eğitim, ilkokul ve ortaokul süreçlerinde yaşadıklarımız, ayrımcılık hikayelerinden ibaret. Otizmli/Aspergerli çocuk, genellikle bilgi eksikliğinden kaynaklanan dirençleri nedeniyle, okul yönetimleri, öğretmenler ve diğer veliler tarafından okulda “istenmeyen çocuk” ilan ediliyor. Kaynaştırma raporlarına rağmen, okul idareleri otizmli kaynaştırma öğrencisinin kaydını almak istemiyorlar. Okul yaşamı esnasında yaşanan sorunların büyük bir kısmını hoşgörü, anlayış ve bilgi yetersizliğinin giderilmesi ile çözebiliriz, yeter ki toplum tarafından yaşamın her anında bizlere dayatılan en büyük “engel” olan ayrımcılığı yok edelim!
Otizmin oldukça karmaşık yapısı, otizmli bireyle birlikte ailesi başta olmak üzere yakın çevresindeki herkesi hayatın tüm evrelerinde etkiliyor. Otizmli bir çocuğun ilerlemesinde en büyük sorumluluk ailelerde, en ağır yük de annelerin omzunda! Otizmden etkilenen bireyin ve ailesinin her şeyden önce yalnız ve ötelenmiş bir hayata mahkum edilmemesi için, özellikle doğal gelişim gösteren çocuk ebeveynlerinin toplumsal yaşamı bizimle paylaşmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Oğluşum, benim uğur Böcüğüm, aldığım her nefesin anlamı, yaşam öğretmenim! O’nunla birlikte otizmle mücadele ederken, mutluluğun tek bir bakış veya tek bir kelimeden ibaret olduğunu görme fırsatım oldu. Seslenince dönüp bakması, ağzından tek bir kelime çıkması, ağlayıp öfke krizleri geçirmeden bir tam gün geçirmesi, benimle gezmeye, markete, restorana, sinemaya gidebilmesi, kendini hayatın gündelik akışında veya okul hayatı içinde idare edebildiğini görmek için… yıllarca sabırla bekledim.

Biz ikimiz, çok başka bir yerden, büyük bir boşluktan, hiçlikten, sessizlikten, kapalı bir fanusun içinden geliyoruz. Yoku çok, azı fazla, yaşam sevincinin dibine vuran, hayatı farklılıkları ile yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığımız bir uçurumun taa en dibinden geliyoruz. Öyle bir yerden geliyoruz ki, “gelmez, düzelmez, hayata katılmaz, konuşmaz, kendini seslendirmez, hayatı anlamaz, anlatamaz, asla paylaşamaz, duygularını gösteremez, hissedemez, arkadaş olamaz, okuyamaz, hiçbir zaman tam öğrenemez, hatta sevemez” demişlerdi… Hepsinin ne kadar boş olduğunu yaşama sımsıkı tutunmasıyla gösteren oğluşumun annesi olmak kadar beni hayatta tanımlayan bir şey yok!

Son 8 yılda ailemiz haline gelen otizm topluluğunun içindeki her otizmli çocuk benim de çocuğum, otizmli anne-babalar ise yoldaşım. Onlardan sadece biri olarak diyorum ki, gündelik hayatın içinde karşılaştığınız ağlayan bir çocuğu yargılayıp, annesine laf etmeden önce bir an düşünün. Çocuğunuzun sınıfında otizmli bir çocuğun da olmasının, farklılıkları yaşayarak öğrenecek kendi çocuğunuza da faydası olacağını lütfen unutmayın.

Her yıl Nisan ayı, Türkiye’de otizm adına yeni umutlar, yeni adımlar demek… Eğer siz de “Otizmin farkındayım, ama fark etmek yetmez, yaşamı paylaşmak gerek!” diyorsanız, otizmli çocukların ve anne-babalarının seslerine kulak verin, sesimize ses katın, otizmin bilinirliği ve sorunların çözümü için gönüllü destek verin ki, çocuklarımız hep beraber büyüsün J

Çünkü her çocuk farklılıkları ile yaşamda yer almayı hak eder!
Nisan Dünya Otizm Farkındalık Ayı’nda yaşamı paylaşan herkese yürek dolusu selam olsun!

M. İrem Afşin
Nazım Özgün’ün Annesi
Gönüllü Otizm Aktivisti
iremafsin@gmail.com
www.twitter.com/iremafsin
www.facebook.com/afsinirem
www.hthayat.com/yazarlar/m-irem-afsin

OTİZMİ FARK ET, YAŞAMI PAYLAŞ! Kampanyası:
Otizmi fark et, fark ettir! Farkında olman yetmez, yaşamı paylaş! Yaşamı paylaşmak, sorunları paylaşmaktır. Ayrımcılık yapma, otizmliye engel yaratma!
#otizmifarketyasamipaylas ​http://youtu.be/O-xTwfFbGoo

16 Şubat 2013 Cumartesi

Benden haberler

http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2013/02/16/cocugunuzun-yeteneklerini-oyunla-gelistirin