Ads 468x60px

27 Temmuz 2012 Cuma

Bir Şişkonun Kısa Hikayesi

"Şişkooo patates yarım kilo domateeess"
Beni görünce el çırparak bu tekerlemeyi söylemeye başlıyor. Ben de "Çok ayıp" diyorum bazen, bazen "Sen kendine bak" diyorum.Kulaklarımı ellerimle kapatıyor "Duymuyorum ki" diyorum. Ben böyle yaptıktıkça kahkahalar atıyor, diğerlerine "Şişkoya bakın kulaklarını kapatıyor" diyor.
Diğerlerine de ona katılıyor. Ahmet sen de mi? Bu sessiz sakin Ahmet nasıl oluyor da kalabalıkta bir şeytana dönüşüyor anlamıyorum.
"Şişko gelsene buraya. Şimdi sen kaleye geç. Kaplarsın kaleyi zaten!"
Kalede olmak tamam da, topları çok sert atıyorlar, canım acıyor. "Çok sert atmayın ama"diyorum." Mıız mıız o zaman sen çık oyundan " diyorlar.
Çıkayım o zaman oyundan. Hem zaten nerede görülmüş bir kızın kaleci olduğu?
"Seliiinnn" diye sesleniyorum bahçenin öbür yanındaki kızlara. "Biz senle oynamayacağız" diyorlar. Erkeklerle oynadığım içinmiş. "Ama siz benle oynamadığınız için... diyecek oluyorum, "Herkes rolünü aldı.Biz Winks kızlarıyız.Sen olamazsın!" Selin ne derse o olur. Tıpkı erkek grubundaki Berk gibi.
O çıkardı şu şişko lafını.
Annem de kilolarimla dalga geçiyor, babam da, okul arkadaslarım da...
Selin'in annesi anneme "Diyetisyene götür şu çocuğu dal gibi olur dal" dedi. Annem de "Hiçbirşey olmaz bundan.Boğazını tutmayı bilmiyor ki" dedi.
Hep böyle yapar. Başkalarının yanında beni hep aşağılar. Selin'in annesi " Sen alıştırdın çocuğu.Bak benimki yemek saatini bir dakika kaçırsin, bırak abur cuburu kuru ekmek bile vermem. Geçen oyuna dalmış, yemeği unutmuş, saatlerce ağladı da bir lokma vermedim akşama kadar" dedi.
Selin ne güzel, incecik! Annem de böyle yapsa bana, incecik olur muyum?
Berk'in annesine fırsat bulur bulmaz Berk'i şikayet ediyorum.
"Ah canım...Babası tekme tokat dövüyor, yine de böyle bu çocuk" diyor bana."Akşam babasına söyleyim dövsün" diyor, "Yok yok sakın söylemeyin Güler Teyze.Şaka yapıyor o bana" diyorum.
Off yaz günü ev çok sıcak. Herkes bahçede. Çıkacağım dışarı ama beni görürmez başlayacaklar : "Şişko!Bu kiloları bakkaldan mı aldın?"
"Şişko! Okulda sıraya sığıyor musun sen?Senin yanına oturan yandı!"
Dışarı çıkmaktan vazgeçiyorum. Mutfakta kardeşimin cipslerinden çikolatalarından kesin bulurum. Bana yasak ona değil. Şu dolaptadır, değilse ötekinde...Bir oturuşta üç çikolata, iki paket de cips yedim!
Annem çok kızacak. "Ayı gibi oldun" diyecek. Babamsa "Utanıyorum senden" diyecek. Sonra belki birkaç tokat ama arkasından kesin oda cezası. ..Yatağıma kapanıp ağlıyorum. Kulağımda sesler: "Şişkooo patates yarı kilo domateeess".

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Güçsüzüm Zorbayım!

Dün gece bekar gidip evli ve çocuklu döndüğüm yazlık semtte dolanırken karşıdan gelen bir çocuk bizim babanın ilgisini çekti. Yüzünde şefkatle karışık üzgün bir ifade... Başkasının çocuğunu da seven babalardan bizim baba. "Bak" dedi bana. "Aaa bizim Barış bu!"dedim sevinçle. Yanımızdan geçerken "Barış nasılsın?" dedim. Durdu, yanıma geldi "İyiyim" dedi sessizce. "Bak Barış, bebek!Benim bebeğim!"
Gülümsedi. Bebeğin saçını okşadı hafifçe. Öyle büyük bir şefkatle baktı ki oğluma. Elimi tuttu sonra. Bizim babayı göstererek ve yine sessizce "Ben onu tanımıyorum ama" dedi. Elini uzattı, kendini tanıttı bizim baba. "Benim eşim" dedim. "Aa tamam" dedi.
"İyi akşamlar" dedik birbirimize. Barış çay servisi yaptığı minik kafeye gitti. Bizim baba alt üst...Meğer az önce çocukların Barış'a zorbalık yaptığını görmüş. Barış da küfür etmiş, uzaklaşmış.
Sessizdi Barış o akşam.
Sesi kısılması gereken o değildi oysa.Sesi kısılması gereken kimdi biliyor musunuz? Down sendromlu bir çocuğa şefkat göstermeyi bilmeyen zorba çocukların anne babalarıydı. Çocuklarına farklı olanı sevmeyi ögretemeyen anne babalar...Zorbalık kendini güçsüz hissedenin güç bulabilmek için kendinden daha zayıf gördüğüne yaptıklarıdır.
Yeterli anne babalık: Güçlü hisseden, farklılıkları bağrına basan çocuk yetiştirmektir.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Başkasının Çocuğu Benim De Çocuğum!

Haber izlemiyorum. Nedeni Türkiye'deki pornografik habercilik anlayışı...Yıllar önce "medya ve toplum" konulu bir konferansa katılmıştım. Hollandalı uzman haberciliğin etik ilkelerinden bahsetmiş, 11Eylül'de Amerika'da bazı görüntülerin yayınlanmadığını, bizdeki deprem görüntülerine çok şaşırıp üzüldüğünü söylemişti.
Hatırladığım kadarıyla o dönemde ünlü New York New York şarkısı bile radyolarda çalınmadı. Bir de bizdeki "deprem klipleri" ni düşündüm.
Bence Türkiye'de kendimizi de çocuklarımızı da televizyondan olabildiğince korumalıyız. Neden mi? Çünkü bizde etik habercilik anlayışı yok.Bazı haberciler haberini yaptıkları insanların acılarına, özel yaşamlarına saygı duymadıkları gibi, haberi izleyenin psikolojik durumuna da saygı duymuyorlar. Çiğ bir şekilde aktarılıyor olanlar. Bazı haberler ruha taciz gibi! Rusya'da okulda çocukların rehin alındığı faciayı hatırlarsınız.Saniye saniye bu görüntüler bize aktarıldı.Yıllar sonra hala anne babalar bu olaydan etkilenen çocuklarını terapiye getiriyor, kendileri de ne kadar etkilendiklerini anlatıyorlar.
Bu çocuklar hatta anne babalarının yaşadığı kötü deneyimin adı travma. Evet travma sadece bir olayın başımıza gelmesine verdiğimiz psikolojik tepki değil. Başkasının yaşadığı çaresizlik ve varlığına, kişisel bütünlüğüne tehdit durumuna da verdigimiz bir tepkidir.
Buna sekonder travma denir.
Yaşadığımız dünya ve ülke şartlarında her gün zaten küçük çapta defalarca travmatize ediliyoruz.Bir de haberlerdeki korkunç görüntüler buna eklenince ruh sağlığımızı korumak zorlaşıyor.
Ama dün farkli birsey oldu.
Ben dün İDO'da, mecburi haber seanslarına maruz kaldım. Somali'de açlıktan ölmek üzere olan çocuklardi konu. İcim yandı o görüntüleri görünce. Evet kucuk çapta travmaydi yaşadığım yeni bir anne olarak. Oğlumu emzirirken gözümün önüne açlıktan ağlayan bebekler geldi, annelerinin acılarını çaresizliklerini yüreğimde hissettim. "iyi de oldu" dedim kendi kendime. Hergün yüzlerce kötü haber arasında kaynayıp gidecekti bu haber de, eğer o görüntüler olmasaydı. Dünden beri birsey yapmanın derdine düştüm aç çocuklar için.
Belki o haberin altına "Yardım için şu numarayı arayın" yazılsa o numarayı arar az da olsa icimi rahatlatırdim. O da yoktu. Açlıktan ölen çocuk görüntüleri vardı, o kadar...
İçim rahatlamıyor dünden beri. Birseyler yapmalı diyorum. Bir kendimiz için yapıyorsak bir de dünya için... O zaman dedim ki : Yeterli Anne Babalık : Başkasının Çocuğuna Kendi Çocuğu Gibi Sahip Çıkmaktır.

20 Temmuz 2012 Cuma

Atın Bunu İçeriye!


Bir baba oğlunun hapse atılmasını neden ister?
Emniyete yolum düştü.Hızla işimizi halledip gitmek istiyoruz. Bir elimizde oğlumuz...Bir baba polisleri oyalayan bir diğer babaya “Biraz hızlı olur musunuz? Burada bebek var da...” diyor. Diğer baba ters ters bakıp “Memleket neresi gardaş?” diye işlem yapan polise soruyor. O babanın son model cep telefonu çalıyor. “Parmağı mı kopmuş? Kopsaymış! Belki akıllanırdı” diye birilerine öfke kusuyor. “Gide gele ahbap oldum emniyettekilerle!” diyor konuştuğu polise.
Oğlu “yine” kavga etmiş. Her seferinde bir şey oluyormuş, bu kez de neredeyse parmağı kopuyormuş. Bu dertli baba öyle bir cümle ediyor ki her sözcüğü kafamda çınlıyor ve kalbimi acıtıyor.
“Kaçıncı kavgası bu bizim oğlanın.İçeri atın dedim.İçeri atacak bir şey yok dediler. Bir hafta kalması benim için yeterli aslında.” Şimdi sıkı durun Baba şöyle devam ediyor “Eskiden üç dört gün atın derdim, atarlardı, artık atmıyorlar”
İçim acıdı. Oğluna babalık yapamamış, “devlet baba”nın onu disipline etmesini isteyen bir baba. Bir yanda da minik bebeğinin beş dakika bile sıkıntıya girmesini istemeyen bir baba. Belki bu baba da böyleydi oğlu minikken. Belki de çok sevinmişti bebeği olduğunda? Acaba ne oldu, nerede koptular da oğlu bu hale geldi” diye düşündüm.
Acaba bu baba “Oğlum” diye bağrına basmış mıdır yavrusunu yoksa uykusunda mı sevmiştir? Hata yapınca onu dövmüş ve sorun çözmek için tek yolun şiddet olduğuna mı inandırmıştır oğlunu, yoksa konuşarak mı anlaşmışlardır? Yere düşünce bir tokat da o mu atmıştır yoksa onu teselli mi etmiştir?
Bir baba oğlunun parmağının kopmasını, oğlunun hapse girmesini nasıl bir çaresizlik ve öfke duygusuyla diler? O baba “Dövülen köpekler ve ölü ruhlar”* daki baba modelindense geçmiş olsun. Ne baba iflah olur, ne de oğlu ıslah olur...

Nefret Ederim Kedilerden!


NEFRET EDERİM KEDİLERDEN!
İstanbul'un tarihi bir semtine yolumuz düştü. Harika surlarıyla ünlü bu semtte ara sokaklardaki ünlü köftecide yemek yemek de farz oldu. Yemek yerken yan masada kimin oturduğu, orada ne hayatlar yaşandığı önemlidir. Ya yemekten hepbirlikte zevk alınır ya da yemek herkese zehir olur. Hele ki aynı masada oturmak zorunda kalınan kalabalık mekanlarda...
O gün zar zor bulduğumuz masaya yerleşip hevesle köfteleri beklerken, yanımıza bir aile oturdu. Daha doğrusu oturma süreci oldukça uzun sürdü. Önce yüzümüze bile bakmadan “Başkalarının masasına niye oturalım?” diye bir güzel payladılar garsonu. Sonra “Bu masayı silin” lerden nasibini aldı çalışanlar. Sonra “Buraya güneş geliyor” diye şikayet etti aralarından biri. Diğeri o sırada “Çok sıcak” diyordu, berikisi “Başka yere oturalım” diye tutturdu. Aralarındaki anlaşmazlık tabi ki de onları bağlar. Ancak masada çocuklar olunca, mesele aile olunca, böyle davranışlar yavaş yavaş beni de içine çekmeye başladı.
Beni yine müdahale poziyonuna getiren ancak müdahalemi yine içimde yaşamama neden olan konuise başkaydı. Çocuk ve kedi... On yaşlarındaki çocuğun annesi, yemekleri geldikten sonra küçük bir çığlık attı: “Burada kedi var!” Çocuk hemen ardından “Neee ben çok korkarım kediden!”dedi. Annesi “Ay ben huylanırım”. Çocuk : “Anneee gidelim buradan!”
Baba garsonla yer pazarlığı yaptı ancak beğenmediler. Kedili masada kaldılar.
Kaldılar ama zavallı çocuk yediği yemekten bir şey anlamadı!
Sürekli kedi ayağına değecek mi diye kontrol etti. Bizim ayaklarımıza değecek gibi olduğunda uyarmak için “Şey, kedi!” diyerek korkan gözlerle yüzümüze baktı. Bir ara “Masaya çıkacak.Ya bir şey yaparsa?” diye telaşla bağırmaya başladı. Annesi de sürekli “Ay çocuğum huzursuz oldu” dedi ama aslında kendisi fena halde rahatsızdı.
Çocuklar, iyi rol model olunduğu zaman, olumsuz davranışı değiştirmeye meyillidir. Kediden korkan çocuk bizim kediye köfte vermemiz ve sevmemiz üstüne yüz ifadesini yumuşattı. Besleme davranışı güzeldir, şefkat uyandırır, bağ kurar. Köfte vermek istedi kediye, annesi izin vermedi. Sonra birden “Kedi ekmek içi yer mi?” dedi. Masadaki herkes “Yok canım yemez, niye yesin?” dedi. Çocuk anlamadı. “Niye yemesin ki?” Çocuk, ekmeğin yumuşak kısmını vermek istedi kediye. Onu bebek gibi beslemek istedi. Hep söylerim, “Çocuklar aslında iyidir”.
Bir yandan hoşuma gitti kediyle ilişki kurmaya çalışması bir yandan da şaşırdım on yaşındaki bir çocuğun kedilere bu kadar yabancı olmasına. Yeni yeni yürümeye başladığı zamanı düşündüm çocuğun. “Anne tedii!” diyerek kedinin peşinden koşuyor, annesi “Iyy pis eee” diyerek çocuğu engelliyor. Muhtemel senaryo bu.
O anda aklıma yine kedili bir deneyimim geldi. İstanbul'un yine kalabalık semtlerinden birinde bir kafenin dışındaki koltukta uyuyakalmış bir kedi, günün fotoğrafına konu oluyordu. Gelen geçen onu seviyor, bazıları çocuklarıyla fotoğrafını çekiyordu. Bu manzarayı gülümseyerek izlerken, iki genç kızın suratlarını ekşiterek kedinin yanından geçmekte olduğunu fark ettim. Kızlardan biri “Kediye bak. Nefret ederim kedilerden!” dedi. “Hate is a strong word” diye duyduğum bir cümle parladı kafamda. On dakika sonra yine aynı yerden geçen genç kız bu sefer de “Ay hala burda bu salak şey” diye sıkıntısını ve kızgınlığını belli etti.
Bu kadar kedi ve köpekle bir arada yaşayan insanlar olarak, çocuklara hayvan sevgisi veremememiz ne üzücü. Onlardan korkmak, iğrenmek bir yana bir de onlara öfke duymak!
Fobiler bu yazının konusu değil... Yani aşırı korku, iğrenmeyle karışık reaksiyonlar.Ki fobilerin bile bazen anne-babadan öğrenilerek edinildiğini biliyoruz.
Benim bahsettiğim kısım aslında sevgisizlik kısmı. Masada oturan ailede de, genç kızlarda da gördüğüm, huzursuzluk ve öfke hali. Bir yere sığamama, bir tür memnuniyetsizlik hali..Kendisiyle de, çocuğuyla da, yemeğiyle de, mekanlarla ve hayvanlarla barışık olamama hali...Yani nefret etme, aşırı kızma, iğrenme, aşağılama hali...”But hate is a strong word” -"Nefret güçlü bir sözcüktür"
Bilmem anlatabiliyor muyum?

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Baba, Çocuk ve Köpek

Oturduğum semt otobanda ezilen, başıboş, aç susuz gezen, hasta ve en çok hüzünlü  bakışlı köpekleriyle nam salmıştır. Orman arazisine bırakılan sahipsiz köpekler, ormandan kolayca çıkar; her gün onlarcası, kamyonların altında ezilir. Kamyonlar...Şehrin çerçöpünü burnumuzun dibine yığmaya giden ve asla kural tanımayan kamyonların şöforleri, bazısı her gün "köpek öldüren"...  O yalnız ve hüzünlü köpeklerin bir kısmı alışveriş merkezi camından beğenilmiş "Ay çok tatlııı" diyen sevgiliye veya çocuğa alınmış, hevesleri geçince çöp gibi sokağa atılmış köpeklerdir.Onlar sokağa uyum sağlayamaz ; eğreti durur geçen arabaya havlamaları, diğerlerine dayılanmaları. Diğerleriyse doğma büyüme şehirlidir, sizin sokaktan bizim sokaktan kopup gelmiş, bir avuç  memleketsizdir.. İşte bir gün bu kaldırımsız semtte ezilmeden yürümeye çalışırken bir bağrışma duydum. Bizim küpeli kulaklardan biri telaşla oraya buraya koşarak havlıyor, bir baba bağırıyor, bir çocuk da ağlıyordu.Anlamak icin yaklaştım. Baba eline birkaç tas almış köpeğe atıyor, bir yaşlı kadın bağırarak "Oğlum ne yapıyorsun!" diye engellemeye çalşıyor. Baba ise "Bize saldıracaktı!" diye panikle bağırıyor. O sırada anne ağlayan oğlunu çekiştiriyor. Yanlarından yürüyerek geçiyorum, köpeğe birşey olmuş mu, çocuk iyi mi acaba diye yüreğim ağzımda...Köpek uzaklaşıyor. Baba, anne ve çocuk arkamda yürümeye başlıyor. Çocuk ağlamaya devam ediyor. "Ne korkmuştur şimdi " diyorum içimden. Bir dönsem arkamı, elini tutsam ufaklığın "Geçti tamam" desem."Korkma ben burdayım" desem? En çok da " Ağla" demek isterdim.
"Korkan çocuklar ağlar. Rahat rahat ağla. Benim güvenli kollarımda ağla."
Birden kafamdaki düşünceler annenin bağırmasıyla kesiliyor. "Ağlama dedim sana!" Çocuk daha da ağlıyor. "Sana ağlama dedim. Beni duymuyor musun?" Çocuk çığlık atmaya başlıyor. Baba muhtemelen hala olayın şokunda, sesi çıkmıyor. Elindeki taşlarla bir "köpek öldüren" olabilirdi, hem de çocuğunun gözü önünde !Anne susmayan çocuğu için farklı bir yöntem denemeye karar veriyor. "Sulugööz. Sen hep böyle yaparsın zaten" diye dalga geçmeye başlıyor. Gerisini ne siz sorun ne ben söyleyeyim, zira bu kadari yeter.
Şehir bizi ne hale getiriyor. Ağlamaya tahammülümüz yok. Her küçük tehlikeyi canımıza kast algılıyoruz. Sürekli tetikteyiz. Kendimizi sakinleştirmek bu kadar zorken, çocuğu anlamak ve sakinleştirmeye çalışmak ne zor.
Anne babalar için üzüldüm, çocuklar için de, köpekler hatta kamyon şöforleri için de...

13 Temmuz 2012 Cuma

Yeterli Anne Babalık: Tüy Gibi Hafif Olabilmek


Atsan Atılmaz Satsan Satılmaz
Eşyalar...Evimizde kat kat, toz toz, içiçe duran, kimilerine müthiş anlamlar ithaf edilmiş kimisinin tırnak kadar değeri olmayan yine de ne atılabilen ne de satılabilen eşyalar...Kardeş gibi... Bazen ana baba, hiç doğmamış çocuk, kaybedilen arkadaşlar yerine saydığımız,”Anısı var!” olan sehpalar, masalar, kutular, biblolar... “Evde ses olsun” diye, “Oyalanıyorum canım ben de” ya da “Bu benim hobim” başlıklı savunma cümlelerinin altında ezilen sahibini teselli eden, bugün el üstünde tutulan yarın canlı canlı çöpe atılacak elektronik eşyalar... “Onda var bende de olsun” “Benim neyim eksik”lere kurban gitmiş, hırsla mağazadaki yerinden koparılmış, aslında hiç sevilmeyen, sık sık kaldırılan değiştirilen, onunkiyle bununkiyle karşılaştırılıp canları yakılan, halılar, perdeler, yatak örtüleri, danteller, avizeler...
Üstünde milyonlarca huzursuz başın yattığı yataklar, elinde kumanda içinde dert olanların sızdığı kanepeler...Yastıklar, yorganlar, vitrinler, çeyizlik tabaklar, şerbetlik bardaklar, hatta kitaplar...”Bugün okurum, yarın bakarım”ların arasında sararmış, okunmamaktan çirkinleşmiş, yüzüne bakılmaz olmuş kitaplar...Bir köşeye atılmış gazeteler dergiler...”Bugün bunu giydim yarın asla giyemem”, “En güzel ben olayım” la kirletilmiş görüntümüze katkıda bulunan ojeler, rujlar, kremler, renk renk, kumaş kumaş, desen desen yetersizlik, yalnızlık, özgüvensizlik taşıyan elbiseler, ceketler, pantolonlar...
Eşyaların içinde biriktirdiğimiz alıp başımızı gitmemize engel, yüreğimizde kilit, ayağımızda pranga hayatlarımız... Geçmişin yükü sırtımızda, salyangoz misali ilerleyişimiz....
Bu kadar yükle yaşarken bir de çocuk eklenince...Biberonlar, bezler, emzikler, pusetler,oyuncaklar...Ağır duygular,ağır deneyimler, ağır sözler, ağır ağır giden yaşantımızda...
Öyle bir kılıf bulmuşuz ki mutsuzluğumuza, yalnızlığımıza, yetersizliğimize acınacak halimize.Kılıf içinde yaşadığımızı fark edemeden, hoop beyaz bir kılıfa...
 Aklımız da ferah olsa, kalbimiz de, evimiz de...Nasıl olur? Arkasına saklanmasak eksikliklerimizin de göğsümüzü gere gere yalınlığımızla övünsek? Tüy gibi hafif anne babanın, yumuşacık çocukları olsa çocuklarımız?
Acısını tutturarak, inat ederek, durmadan isteyerek, alarak alarak alarak gösteren bir çocuk olmasa içimizdeki, elinden tuttuğumuz çocuk da sakinleşir mi?